Kalsın haritanızda bir keder gibi

Ben dilinize her gün su taşırken şiirin çeşmesinden, sizin gözünüzün önünde öldürüyorlar dilimi de aldırmıyorsunuz. Hayat sizi bir ölümün tanığı yapıyor da, kılınız bile kıpırdamıyor.

Ben hep kendimle konuşurken, siz benim sizinle konuştuğumu sanıyorsunuz. Vazgeçtim sizden, kâinatla konuşuyorum, en son duyacak o uzak yıldızla. Siz kalın kendi dünyanızda, özgül ağırlığınızla.

Dünyanın bütün acılarını acım saydığım için; sevinçlere geç kalmamak için hep geç yattım, erken uyandım. Uykularım bile, rüyalarım bile yarım yamalak. Varlığımın sizde bir anlamı kalmadığı için gider, gözden kaybolurum. Bulut olurum, buluttan yağmura dönüşür, yağmurdan yerde su birikintisi olur, tekrar dönerim hayatınıza, haberiniz olmaz. Bilmezsiniz. Yağmur sizde ıslaklık, bende toprak kokusu olur. Yalnızlığım sizin yalnızlığınıza benzemez. Siz olmasanız ben zaten yalnız da olmazdım. Varlığınız benim yalnızlığımın tek sebebi.

Sizin dünyanızda dilim, vur emri ile aranıyor, yerim her gün işgal ediliyor, göğüm kumaş gibi yırtılıyor her hava saldırısında. Sevinçlerimin başı öne eğik. Şarkılarım iniltilere karışıp gitti. Ağaçlar bile acıları serinletmediği için küstü gölgelerine. Gülümsemelerimizi dişlerimizi söker gibi söküp aldılar dudaklarımızdan. Bir sonraki nesillere jiletten, usturadan keskin suskunluklar bırakıyoruz. Arada bir aynı şeye hüzünlensek de, benim hüzünlerim gözyaşı ölümleridir. Bilmezsiniz, sizden çok uzaklarda ölürüm...

Saatler sadece sizin zamanınızı gösteriyor, takvimler kahramanlıklarınızı. Fotoğraflarınız sandıklarda sarararak sizden uzaklaşıyorlar. Hatıralarınız da aynen fotoğraflarınız gibi sararıp silinmeye yüz tutuyor. Gelinlikler soluyor, gülmeler, çocuklar bile sararıyor fotoğraflar gibi. Dünyaya çivi çakmış sayıyorsunuz kendinizi. Zamanın sizinde aleyhinize işlediğinin farkında bile değilsiniz. Her merhabadan sonra çekip gittiniz ve ben ölmek üzere olan bir dil, yağmalanmış bir toprak parçası, yıldızları sökülmüş bir gök olarak kaldım. Umursamadınız...

Dünyanın üstüne daha akşam çökmemişken, kabilemin son tamtamları da susuyor, vedalaşmadan. Zaten diller ölürken vedalaşmazlar. Onlar susuldukça dudaklarda ölürler. Konuşan her insanın dudakları bir ölü dil taşır da, bilmezler. Gül bırakılacak bir mezarları da yoktur öldürülmüş, ilk yardımlara kaldırılmayarak ölümüne göz yumulmuş dillerin. Öldürülmek üzere olan bir dille yazıyorum size. Kendi cenazesini, kendisinin taşıdığı ve ardında ağlayanı olmayan bir dil olarak ölüyorum dudaklarınızda. Yaşadığınız her yerde ölüyorum, can çekişim iniltisizdir. Orada, o evin içinde, tek damla kan dökmeden can çekişerek ölürken ben, aslında siz de bende ölüyorsunuz, bunu bilmiyorsunuz.

Bir gün bedeninizden içeri girdiğinde rüzgâr ve bir ağaç gibi sizi köklerinizden sarstığında, rüzgarın da bir dili olduğunu anlarsınız. Toprağın rengârenk çiçek açan dilleri, göğün kapanıp açılan, yağan günlük güneşlik dilleri... Benim rüzgâr gibi, tepeden tırnağa beni saran bir dilim var. Üstünde yaşadığı toprağın beslediği, göğün üstüne kol kanat gerdiği bir dilim var, ölsün istedikleri bir dilim. Her gün gözümün içine baka baka, benden bir şey yapmamı isteyen bir dilim...

Dilimden önce ölsem diyorum. Ben dilinize her gün su taşırken şiirin çeşmesinden, sizin gözünüzün önünde öldürüyorlar dilimi de aldırmıyorsunuz. Hayat sizi bir ölümün tanığı yapıyor da, kılınız bile kıpırdamıyor. Aynaların da gösteremediği şeyler var, tıpkı dilleri gösteremediği gibi. Ama bir dil ayna olabilir onu konuşana. Aynam kırıldı, duvarla yüz yüze kaldım diyorum...

İşte, bu nedenle kendimle konuşuyorum. Sizin gibi konuşmayan, kuşlarla, ağaçlarla, taşlarla konuşuyorum. Alıp başını sizden uzağa gitmekte çok haklı olan ırmaklarla konuşuyorum. Vazgeçtim sizden ve bir türlü üstünüzden atamadığınız dünyalı kibrinizden. Dilimle beraber çekip gidiyorum dünyanın hayal ülkesine. Masallarımla, şarkılarımla, bir türlü büyütüp dünyanın halini anlatamadığım çocukluğumla gidiyorum... Kalsın size o ırmak kenarları. Kalsın haritanızda bir keder gibi...

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi