Kazanan kim, kaybeden kim?

Türkiye’de ekonomi 2013’den bu yana sürekli olumsuz sinyaller veriyor. Türkiye’de çok küçük bir kesim hariç hepimizin alım gücü düşüyor yani fakirleşiyoruz.

Döviz fiyatları son dönemde hızlı biçimde yükseldi. ABD ile yaşanan krizin, bu yükselişte rolü olsa da, esas neden Türki ekonomisinin uzun süredir var olan yapısal krizi.

Elbette bu yapısal kriz, siyasi bir tercihin sonucu. Bizatihi bu siyasi tercih ve o siyasi tercihin dayandığı tekçi zihniyet.

Otoriterliğe eklemlenmiş bir ataerkil zihniyet, temel zihinsel sorunu Türkiye’nin.

ABD ile yaşanan kriz, dövizdeki yükselişi tetikledi. Trump yönetimi Rahip Brunson konusunu iç siyasetin malzemesi yaptıkça, dış politikada Türkiye’yi sıkıştırmaya devam edecek görünüyor.

Siyasi üslup ve zihniyet olarak birbirine benzeyen Trump ve Erdoğan bu krizi kişisel kariyerleri için de bir sınav olarak okuyor da olabilirler.

Bu konunun bir tarafı. Konunun başka tarafı ise bu gerilimin katkısıyla da derinleşen ekonomik kriz.

HEP BİRLİKTE FAKİRLEŞİYORUZ

Artan döviz fiyatlarının kuşkusuz en büyük etkisi ekonomiye olacak. Bu yükselişin piyasalara yansımalarını ve bunun sonuçlarını, önümüzdeki bir kaç ay içinde daha çok hissedeceğiz.

Özellikle zamlar, piyasanın daralması ekonomik verilerin daha da kötüleşmesine yol açacak.

Bu durum, Türkiye’de yaşayan herkesi ama herkesi sosyal konumuna göre etkileyecek. Zam geldiğinde, vatandaş olarak, zengin-fakir, AKP’li, CHP’li, HDP’li olarak bundan etkilenme farkımız, sadece alışveriş yaptığımız market ve tüketim tercihlerimizle sınırlı olacak.

Ama hepimiz bu zamlardan etkileneceğiz. Çünkü ülke olarak hepimiz fakirleşiyoruz ve hepimizin alım gücü düşüyor.

Dahası ekonomi sadece son dönem kötüleşmedi. Son birkaç yıl içinde ekonomik göstergeler sürekli krizin geldiğini yönünde uyarı veriyor. Dövizin sürekli artış trendinde olması, artan enflasyon ve işsizlik oranı, sürekli hale gelen cari açık, doğrudan ve dolaylı yatırımların azalması vs. Bunlar ekonomideki kötü gidişatın işaretleriydi.

Ama bu negatif etkilere rağmen siyasi iktidarı oluşturan iki parti (AKP ve MHP), seçmenden yüzde 50 civarında oy aldılar. Cumhurbaşkanı Erdoğan yüzde 52 oy alarak yeniden seçildi. 

Demek ki, bu iki partiye oy veren seçmen kitlesinin ekonomide yaşananlarla birincil derecede ilişkisi yok. Yani oy tercihlerini birincil derecede etkilemiyor.

SEÇMENİN OY TERCİHİ

Peki bu nasıl olabilir?

Bu iki türlü olabilir...

Bu seçmen kitlesinin tercih önceliği ekonomi değil yani ekonomiden o kadar kötü etkilenmiyor ve ek olarak iktidar, bu seçmen kitlesine başka bir şey söylüyor.

Çünkü, kamuoyu araştırmalarının seçmenlerin oy verme davranışlarına ilişkin güçlü tezi, tercihlerini belirleyen iki olgunun ekonomi ve güvenlik/terör olduğunu söylüyor.

Seçmen, ülke ekonomisi ve bireysel ekonomi kötüleştikçe siyasi iktidarı cezalandırma ve ona alternatif arama yönünde oy kullanır.

Yok eğer ülke bir güvenlik/terör tehdidi ile karşı karşıya ise seçmen tercihi, siyasi iktidarı koruma yönünde oy kullanır.

Bu seçmen davranışını, 7 Haziran 2015’de iktidar olan AKP’yi cezalandırma; 1 Kasım 2015’de ise AKP’yi destekleme şeklinde gördük. Bu açıdan tez doğrulandı. 

Peki 16 Nisan Referandumu’nda ve 24 Haziran seçimlerinde neden seçmen ekonomik sorunlar var iken ve açık bir güvenlik/terör tehdidi yokken demokrasiyi askıya alan anayasa değişikliğine "evet" dedi; genel seçimde siyasi iktidarı ödüllendirdi?

Bu soruya verebileceğimiz ve muhtemelen birbirini tamamlayan iki cevap var. 

İlki, AKP -ve kısmen MHP- seçmen kitlesinin ekonomideki olumsuzlukları hissetmemesi.

İkincisi iktidarın, bu seçmen ruhuna iyi gelen, ona kendini önemli hissettiren "büyük anlatılar" sahip olması.

YOKSULLUK VE MESLEKSİZLEŞME

İlkinden başlayalım. Türkiye’de ekonomi 2013’den bu yana sürekli olumsuz sinyaller veriyor. Türkiye’de çok küçük bir kesim hariç hepimizin alım gücü düşüyor yani fakirleşiyoruz.

Bu durumda genel beklenti bunun sandığa yansıması... Ama yansımadı.

Bu durumda teorik olarak şunu söylemek mümkün: Bu toplumsal kesim ekonomik kötü gidişten etkilenmiyor. Bu da, bu toplumsal kesimin, yaşanan genel fakirleşmenin etkisini hissetmeyecek kadar ek gelir elde etmesi ile mümkün olabilir.

Ki son yıllarda yaşanan budur.

Asgari ücretin belli oranının altında gelir olan ailelere devlet üzerinden doğrudan yapılan yardımlar, çocuk yardımı, eğitim yardımı ve ek olarak parti örgütleri üzerinden yapılan yardımları eklediğinizde bu fakirleşmenin etkisinin minimuma indiğini söyleyebiliriz.

Bu yardımlar, doğrudan kömür, makarna ile oy devşirme şeklinde değil devlet kaynaklarının kurumsal ve örgütlü biçimde sosyal devlet sorumluluğunda dağıtılmasıyla sağlanmaktadır.  

Bu başka biçimiyle yoksulluğun kalıcılaşmasıdır. Çünkü bu model ile belli bölgelerde iş aramanın, çalışmanın, sigortalı bir işe girmenin sonuçta hane gelirinin göreli olarak düşmesi anlamına da gelebilmektedir. Bu yüzden çalışmamak ekonomik olarak daha rasyonel gelmektedir. Bunun doğal sonucu babadan çocuklara geçen bir mesleksizleşmedir.

Bu toplumsal kesim dışında sosyal statüleri yükseldikçe, devlet/parti sisteminin ürettiği ekonomik ranttan her toplumsal kesimin payını aldığını düşünürsek, ortada ciddi biçimde ekonomik rasyonel tercihlerde bulunan seçmen kitlesinin var olduğunu ve doğal olarak krizden az etkilendiğini söyleyebiliriz.

GURURUMUZU OKŞAYAN ANLATILAR

Seçmen davranışını açıklayıcı ikinci neden ilkinin tamamlayıcısıdır.

O da, muhalefetin bu seçmen kitlesini siyasi olarak etkileyememesidir. Yani bu seçmenleri muhalefet, siyasi olarak, dil olarak, proje olarak etkileyip, ikna edememektedir.

Bunda muhalefetin, bu toplumsal kesimi kazanacak siyasi dil kullanmaması, ikna edici projeler sunmaması kadar doğrudan devlet yardımı alanların yardımlarının kesileceği endişesini ortadan kaldıracak önerilerinin olmamasının da rolü vardır.

Kısaca muhalefet, toplumun bu kesimine ‘umut’ vermemektedir. Bunun nedeni büyük ölçüde ‘inandırıcı’ olamamaktır.

KAZANDIKÇA KAYBEDİYORUZ

Elbette iktidarın siyaseti, kimlik politikasına hapsetmedeki başarısı burada muhalefetin projelerini anlatmasına ve toplumu ikna etmesine ne yazık ki izin vermedi.

Siyasi iktidarın tercih ettiği kimlik siyaseti, AKP ve MHP’nin seçmenlerin duygularına hitap eden, hamaset dilini başarılı biçimde kullanmalarını sağlamıştır.

Burada iktidarın bu dili kullanmadaki başarısı kadar önemli olan, bu toplumsal kesimlerin buna olan psikolojik açlık ve ihtiyaçlarıdır. İktidarın başarısı, bu ihtiyacı doğru okumasıdır.

Toplumsal dışlanma, ekonomik yoksunluğun verdiği güvensizlik; ‘herkes bize düşman’, ‘herkes bizi bölmek istiyor’ gibi hamasi söylemlerle birleşince; kendilerinden gördükleri, politik figürlerin varlığı zihinsel ihtiyaca ve duygusal açlığa iyi geliyor. Bireysel duygusal açlıklarını güçlü liderle giderip kendilerini onlarla özdeşleştiriyorlar.

ABD ile krizde siyasilerin ve iktidara yakın medyanın kullandığı dil ve söylem, bunun tipik bir örneğidir.

Muhalefetin bu verili duruma göre bir siyasi dil ve söylem geliştirmesi gerekiyor.

16 Nisan Referandumu’nda ve 24 Haziran seçiminde seçmen bloku olarak bir arada duran seçmen kitlesinin parti ve liderle kuruduğu bu ekonomik ve duygusal ilişki, iktidarın en güçlü kozudur ve bu kozu korudukça da kazanmaya devam edecektir.

İktidarın da, seçmenlerinin de kazandıkça da kaybettiğinin farkında olmadıkları bir süreci yaşıyoruz. Çünkü Türkiye olarak kaybediyoruz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Murat Aksoy Arşivi