'Kime oy vereceğimi hiç saklamadım, benim oy vereceğim taraf belli'

'Kime oy vereceğimi hiç saklamadım, benim oy vereceğim taraf belli'
Anadolu pop/rock müziğinin duayeni, melodi fabrikası, beste makinası Cahit Berkay’la 73 yıla dair bir tutam yarenlik… İkinci bölüm.

ARTI GERÇEK – 50 küsur yılı müzikle geçen 73 yıllık bir hayat… İnsan ne soracağını şaşırıyor gerçekten. Hem bugüne kadar cevapları ezberlenmiş, klasik bir sohbet olmasın istiyorsunuz hem de yarım asırdır röportaj veren duayen bir müzisyene farklı ne sorabilirsiniz diye endişeler yaşıyorsunuz. Fakat karşınızdaki bu konularda sizden usta olunca, işiniz kolaylaşıyor gerçekten. Koskoca bir ummanı birkaç sayfaya sığdırmak zor tabii ama 73 yılı elimden geldiğince anlatmaya çalışacağım. Önemli detayları kaçırmak istemediğim için bu söyleşiyi de ikiye böldük. Sohbetin dün yani 22 Aralık Pazar günü yayımlanan ilk bölümünde ailesi, çocukluğu, öğrencilik hayatıyla ilgili komik detaylar, Moğollar’ın ilk yılları hatta Zeki Müren gibi yıldızlarla beraber çalıştıkları gazino dönemlerinin hikayeleri var. Sohbetimizin bugün yayımlanan ikinci kısmı ise bir hayli renkli hatta yer yer çok komik… Bir ara söz Hakkı Bulut’a, İran-Irak Savaşı’na, aşk hariç her şeyin ona şarkı yazdırabileceğine, Molotof kokteyli hikayesine, Bollywood’a hatta muzun bir burjuvazi meyvesi olduğuna falan geldi ama neden oralara gittiğimizi okumadan anlamanız çok zor.

Nasıl sevecen, nasıl özenli, nasıl kibar… Devamlı gülümsüyor, ciddi konularda konuştuğumuzda bile… Telefonuma geç dönmesinin sebebi olarak su borusu patladığı için evinin neredeyse su bastığını söyleyecek kadar da samimi… En büyük zevki çok sevdiği torunuyla zaman geçirmek… Sohbetimiz o kadar keyifliydi ki su gibi aktı gitti, iki buçuk saat nasıl geçti anlamadım. Bir ara tesadüfen Mazlum Çimen hasbıhalimize eşlik etti, iş yaptığımız için sessizce bizi dinledi, arada esprileriyle söyleşimize renk kattı; bu yüzden yazıda ara ara onun da sesini duyacaksınız. Vedalaşırken Berkay’la Çimen birbirlerine "hüt" deyince, kelimenin anlamını sordum. Mazlum Çimen de "hatırını üstümde taşırım demek o" dedi.

'IRAK’TA SAVAŞ VAR VE MERKEZE DEVAMLI FÜZE DÜŞÜYOR DİYE OFİSTE DEĞİL, ŞEHİR DIŞINDAKİ ŞANTİYEDE KALIRDIM'

İlk bölümde Moğollar’dan bayağı bahsettik ama Engin Yörükoğlu’ndan bahsetmedik.

Cahit Berkay: Engin… Canım benim, mekânı cennet olsun. Kızıl saçları vardı ve çilliydi. İstanbulluydu ama babası subay olduğu için Maraş’ta doğmuş. Babası Celil amca generaldi. 60 ihtilali valilerindendir. Askeriyede ordu evleri var ya, orada öğrenmiş davulu…

Mazlum Çimen: Davul da bedava tabii. (Gülüyor)

Cahit Berkay: Her şey bedava… Bir çalardı, uçardı resmen. Uçan bateriydi o. İlk dinlediğimizde tamamdır demiştik Selçuk (Alagöz) abiyle…

Yörükoğlu'nun askere gitmesiyle Ayzer Danga’nın Moğollar’a katılmış ve yeni bir dinamik yaratmış.

"Ayzer Danga, akşama kadar çalar bir manga, danga da danga, danga da danga…" diye takılırdım ona. (İkisi de gülüyor) Engin askerdeyken davulu Ayzer çaldı ama Ayzer de çok iyi bir davulcuydu, Moğollar’a iyi geldi yani.

Cem Karaca sizinle çalışmadan evvel zaten arkadaşınızmış; 1 Mayıs eyleminde elinde megafonla "dünyanın bütün işçileri birleşin" diye komünizm propagandası yaptığı için 200 yıllık hapis cezası alması, sürgüne gitmesi, vatansız kalması çok korkunç.

Cem vatandaşlıktan atıldığı zaman ben Fransa’daydım. Paris’e geldi, beraber çalışalım diye, biz gece bir TKP-Mao kavgasına girdik, ben seninle çalışmıyorum dedim. (Mazlum Çimen kahkaha atıyor)

Kim TKP’li kim Maocuydu?

O TKP’li ben Maocuydum. (Gülüyor)

Karaca çok hazırcevapmış bu arada.

CB Öyleydi, çok severdim onun cevaplarını. Diyelim densizce bir şey yaptın, üstün körü geçiştirmezdi seni, usturuplu, deyişler vardır ya, öyle bir tarzla cevap verirdi.

MÇ: Neyzence tam…

CB: Hah öyleydi biraz. Hakikaten adamı oturturdu yerine.

Annesi de öyleymiş.

CB: Toto anne de öyleydi. Tuluatçı onlar. Babası Mehmet amcayla da Toto anneyle de iyi tanışırdık. Babası Cem’i müzikten vazgeçirebilmek için ilk konserine adam toplayıp, yuhalatıyor çocuğu. (Gülüyor)

MÇ: (Gülerek) Böyle bir şey olabilir mi, matrak aile dediğin şey budur ya.

Toto Karaca’yı nedense Adile Naşit gibi hayal ediyorum. Öyle miydi?

CB: Toto Anne’yi Silivri’de bir yazlığımız vardı, orada misafir etmiştik, o zaman evliydim. Annem kadar severdim. Cem sürgündeyken, hastalığında hatta son günlerinde bile yanında olmaya çalıştım.

MÇ: (Gülerek) Adile ablanın daha bitirim haliydi.

CB: Değil mi? Asıl ismi İrma’ydı, müthiş bir insandı.

Karaca’nın bir de Amerikan model, üstü açık bir arabası varmış ve siz hep o arabayla gezermişsiniz.

Yok, Cem’in oldu arabaları ama üstü açık arabası hiç olmadı; Hasan Sel’in 24 model, Fiat marka, üstü açık bir spor arabası vardı. Hep yolda kalırdık, bunu kazıklamışlar, şanzımanı bozuktu, az itmedik o arabayı biz. (Gülüyor)

Çok parasızlık da çekmişsiniz hatta; bir ara Mazlum Bey’le birlikte MazMüzDer diye bir dernek kurmayı düşünmüşsünüz.

(İkisi de gülüyor) Evet ya. Bak, Ankara Halk Evleri konseri… (Mazlum Bey’e dönerek) Halk Evleri konseriydi değil mi? (Mazlum Bey gülerek başıyla onaylıyor) Mazlum seyahat için arkadaşına diyor ki "gel senin arabayla gidelim, benzini de sen koy, orada nasıl olsa para alacağım, dönüşte hallederiz." Gittik. Bizim uyanık Engin önden biraz avans almış, hiç olmazsa yol parasını kurtarmış ama Mazlum kara kara düşünüyor, o zaman bıyıkları vardı böyle pos… Bayağı üzüldük, yapacak bir şey de yok. "Gel bir dernek kuralım, Mazlum Müzisyenler Derneği olsun ismi, sen de başkanı ol" demiştim. MazMüzDer hikayemiz böyle başladı ama o derneği hiç kuramadık. (Gülüyorlar)

Ne güzel, birbirinizin en masum hallerinizi biliyorsunuz.

CB: Bir yerden sonra şamataya vuruyorduk, oturup ağlayacak halimiz yok tabii.

MÇ: Aslında çok doğru bir tespit, biz birbirimiz için inanılmaz büyük bir şansız böylesi bir coğrafyada… Çünkü bizim yaşadıklarımızı yaşayabilecek ve aynı duyarlılıkta yan yana kalabilecek insan sayısı çok az. Bir elin parmağını bulursak ne şans…

CB: Çok az gerçekten. Mazlum çok önemlidir benim için. Moğollardaki herkes öyleydi. O dönem hayatımıza girenler de öyleydi.

'MUZ SINIFSAL BİR MEYVEYDİ O ZAMANLAR'

Parasızlıktan da her işi yapmışsınız. Barmenlikten tutun elektrik tesisatçılığına kadar.

(Mazlum Bey birden kahkaha atıyor) Hamallık işlerini ben yapıyordum aslında, elektrik işlerini usta yapıyordu. (Gülüyor)

Irak’a gidip iki yıl orada kaldığınız doğru mu peki?

Fransa’da bir evliliğim oldu benim, fazla sürmedi, ben de 82’de kesin dönüş yaptım. Bir akrabamız Irak’ta iş almışlardı, Bağdat’ta 380 tane trafo merkezi anahtarlarıyla birlikte teslim ettim. İktisat mezunuyum, İngilizce Fransızca var, bunlar da o işi bir Fransız firmasının taşeronu olarak almışlar. Bana senin gibi joker bir adama ihtiyacımız var dediler, Fransa bitmişti, sinema yerlerdeydi, film çekilmiyordu, gazinolar taverna olmuştu, müzik de bitmişti yani yapacak ortam yoktu; o işe güvenerek dönmüştüm. 3,5 sene boyunca Irak’a teftişe gittim geldim.

Nasıldı Irak o dönemler?

İran-Irak Savaşı var düşün. Her gece biri diğeri füze atıyordu. Şehir merkezinde bizim ofis vardı ama ofiste kalmıyordum. Şehir dışındaki şantiyemizde kalıyordum çünkü füze devamlı şehre atılıyor ve şehrin içine devamlı nereye düşeceği belli olmayan füze atılıyor. Şehir dışında, şantiyede olmama rağmen, o infilak sesinden yatağımdan yarım metre zıplıyordum. Gıda sıkıntısı başlamıştı. Orada 80’e yakın işçim vardı. Onlara Türkiye’den gıda göndermeye başladım. O işi yaparken ihracatçılığı öğrendim. Bana hisse verdiler, ikinci şirketi kurduk. Ben Irak’ta birisine 1 milyon 50 bin dolarlık avize, kristal taş, ayna ve kumlu süslü masa camları sattım.

Hiç öyle ben böyle işler yapmam egonuz olmamış; her ortama uyum sağlamışsınız.

(Mazlum Çimen gülüyor, neden bahsettiğimi çok iyi biliyormuş gibi) Yaşayacaksın, mecburen yapıyorsun. Hayat akıyor, kendine bakmak zorundasın, mecbursun. Alnının teriyle, harama bulaşmadan, helal para kazanmak için elinden ne geliyorsa yapacaksın.

Hayali ithalat yapmışsınız ama… Sınırdan Türkiye’ye kaçak davul getirmişsiniz falan.
(Gülüyor) O sırada bir yerli malı furyası vardı, bir densiz de çıkıp ben piyano yaparım dediği için ülkeye piyano, davul, org gibi enstrümanları sokman imkansızdı, kaçak sokacaksın, başka çaren yok. Biz de Sirkeci’den trenle giderken bir tane askıda davul alıyorduk, gümrükte yazdırıyorduk, davulu Bulgaristan’a girince pencereden atıyorduk, oradan da davul takımını alıyorsun, askı davul da davul, bateri de davul, onu o şekilde sokuyorduk içeri… Şimdi matrak geliyor ama bayağı zor günler yaşadık.

Okullarda da Yerli Malı Haftası olurdu; o hafta hepimiz kuru yemiş, meyve falan getirirdik sınıfa. O zamanlar muz var mıydı hatırlamıyorum gerçi.

CB: Muz yoktu canım, muz çok sonra gelmiştir, Isparta’da ben muz görmedim hiç, yoktu çünkü.

MÇ: Antalya’da vardı galiba.

CB: Antalya’ya çok sonra geldi.

MÇ: Burjuva yiyordu ya, vay be burjuvaya bak diyorduk. Sınıfsal bir meyveydi o. Bizimkiler muşmula, ayva…

CB: Ayva, elma, yarısı kurtlu falan, portakal, mandalina…

MÇ: Kızılcık, tarlada bile var ya… (Gülüyorlar)

'SENİ ANAMDAN BABAMDAN KISKANIYORUM MUYDU, KARDEŞİMDEN Mİ KISKANIYORUMDU, ÖYLE BİR ŞEYDİ'

Moğollar’a döneceğim yine; Anadolu/Pop ismini ilk telaffuz eden Taner Örgün’müş.
Evet, ilk o söylemişti. Şimdi o zamanlar Rock lafı yoktu literatürde. Türkiye’de yapılan Türkçe şarkılar yapılan müziğe bir isim arayışı başlamıştı. Kimi aranjman dedi, kimi Türkçe sözlü hafif batı müziği dedi, böyle abuk sabuk isimler vardı. Bir de bizim yaptığımız müzik de bunlardan farklıydı. Bizim müziğimizin içinde yaylı tambur, bağlama falan var; pop lafı vardı o zaman, ne olsun, Anadolu/Pop olsun dedi Taner. Daha sonra Anadolu/Rock’a döndü o.

Anadolu’dan o kadar beslenmişsiniz ama hiç çok dilli bir çalışma yapmamışsınız. Kürtçe, Rumca, Ermenice gibi…

CB: O zaman öyle bir şey yoktu ki. Öyle bir lisan olduğunu bile bilmiyorduk ki. O zaman öyle bir ortam vardı ki, kimlik farklılığı yoktu. Bilmeyiz biz, bizim kuşak öyle bir ayrıştırma bilmez. Bizim düzinelerce Rum, Ermeni, Kürt, Arap arkadaşlarımız vardı, hiç o sıfatlar aklımızın ucuna bile gelmezdi. Sen nesin, kimsin diye hiç sorulmazdı. Hangi dilde konuşursun, dilin ne dinin ne, aklımıza gelmezdi. Berç diye bir arkadaşımız var mesela, Rum veya Ermeni ama bize göre Berç Berç’tir.

MÇ: Bir de o kadar yaygın değildi ki o müzikler. Devlet tarafından yayınlanan bir şey de değildi. Radyoda bile yoktu.

CB: TRT’de yayınlamazdı ki. Duymadığın bir dilin yasak olup olmadığını bilmen mümkün değil.

Arabesk de yasaklanmıştı bir ara. Halbuki arabeski yayan da devletin kendisi değil miydi?

CB: Yok, o daha sonraydı. (Mazlum Çimen’e dönerek) Ne o, Hakkı Bulut muydu o devletin piyasaya sürdüğü?

MÇ: Acısız arabesk… (Gülüyor) Seni anamdan babamdan kıskanıyorum muydu, kardeşimden mi kıskanıyorumdu, öyle bir şeydi.

CB: Üç yaşındaki kardeşinden kıskanıyordu. (Gülüyor) Yani böyle birkaç yapalım derken göz çıkartan bir şey olamaz.

Ben Hakkı Bulut’un boyanmış, simsiyah saçlarını ve bıyıklarını hatırlıyorum. Popüler olmuştu o zamanlar.

MÇ: Böyle kıvır kıvır… (Gülüyor)

CB: Yok ya, ne popüleri? Kim hatırlıyor şimdi ismini? Başka televizyon olmadığı için, mecburen sabah akşam dinletiyordu sana. Acısız arabesk olayı bir komedidir ve üstüne çok şey söylenmiştir, daha fazla bir şey söylemeye gerek yok. Türkülerin formatını bozdular. Bizim bu konuda en fazla kanımıza dokunan, bin yıllık türkülerimizin Arabesk formatında, Arabesk gırtlağıyla söyletilerek bozulması… Bizler ona karşı çıktık. O türkülerin içinde vitesli kemanları soktular ya, eee eee diye, korkunç bir şeydi.

Barış Manço ile beraber turnedeyken arabanıza Molotof kokteyli atılmış; birkaç yerde anlatmışsınız gerçi ama ben yine de sizden dinlemek istiyorum.

1971’de ödül kazandığımızı öğrendiğimiz turnede oldu o. Onun uzantısında Kütahya’da attılar. Yandı araba, cayır cayır yandı. ‘Kâtip Arzuhalim Yaz Yare Böyle’ türküsünü çalıyoruz, ben de yaylı tamburdayım, Barış söylüyor, bir küple söyledikten sonra ben yaylı tamburla solo yapıyorum, Barış o anda "Öyle bir ülke düşünün ki, bir baba kız çocuğunu kucağına oturtup sevemiyor" dedi. Bu laf birisinin kanına dokunmuş, o da gidip arabamıza Molotof kokteyli atmış. Daha sonra yakalandı o herif ve mahkûm oldu. Süreci Barış takip etmişti, ben de ondan biliyorum.

Niye kanına dokunmuş olabilir ki?

Yobazlığın yüzünden. Benim bir kızım var, daha bebekken ben kucağıma alıp sevemeyecek miyim yani? Adamın kafasından geçene bak. Zihniyetine bak.

Hakan Taşıyan’la yaptığım söyleşide, 'Eskiden cebime şekerler koyardım, bir çocuk görürsek veririz diye. Sonra düşündüm, insanlar çocukların yabancılardan şeker almamasını söylüyorlar. Çekindim ben de, o şekerler kaldı cebimde. İnsanlıktan çok şey çaldılar' demişti.

Devir ona geldi şimdi. Baksanıza çocuklara, kadınlara olanlara… Böyle örnekler çok ülkede maalesef. Kadınlara, çocuklara nasıl gözlerle baktıkları belli…Yobazlığın, ‘sen benim gibi düşüneceksin, benim gibi inanacaksın, pratiğinde sadece benim yolum olacak’ diye diretenlerin ülkeyi getirdiği hale bak.

Arabayı yanarken görünce ne hissettiğinizi hatırlıyor musunuz?

Enstrümanlarımız yanmadığı için çok sevinmiştik çünkü onlar sahnedeydi. Engin davul çalıyordu hala, biz de kenarda dinliyoruz, biri geldi "abi arabanız yanıyor" dedi. Eski Spor-Toto’nun yaptırdığı bir tribün, tribünün arkasında 2-3 metre yüksekliğinde bir cam vardı. Camın arkasında bir kızarıklık gördük, ciddi bir alev vardı orada ve bir şeyin yandığını anladık. Ben gitarı bıraktım fırladım dışarıya, baktım bizim Barış’ın üvey babası Muhittin abi arabaya gitmeye çalışıyor ama araba bildiğin bir alev topu, birileri de onu tutuyor. Aklı sıra gidip arabayı söndürecek, mümkün değil. Ondan sonra jandarma falan geldi. Zaten sokağa çıkma yasağının olduğu dönem, bizi apar topar bir otobüse bindirdiler, Ankara’ya gönderdiler.

Hazırlıklı gelmiş demek kokteyli atan kişi.

Hazır o zaten ya, kibriti çaktın mı fırlat, el bombası gibi gittiği yerde patlıyor. Tarif vermiş gibi olmayalım da. (Gülüyor) Sonra dağıldık zaten. Sonra yine bir Fransa macerası var ama oraya hiç girmeyelim, orası bir kitap... Çok şey yaşandı orada.

'BARIŞ ASKERDEN KAÇARKEN BİZE HABER VERSE, BEN GİDİYORUM SİZ DE TÜYÜN DESE, BİZ DE TÜYERDİK'

Barış Manço’yla çok iyi bir iletişiminiz olmasına rağmen bir ara küsmüşsünüz. Sebebi neydi?

(Söyleyip söylememe arasında gidip geliyor sanki) Barış’la bir macera yaşadık ayrıldık sonra bir kere daha birleştik ve Ankara’ya Güneypark Gazinosu’na çalışmaya gittik. O sırada arabamıza Molotof kokteyli yediğimiz olaydan sonra hepimize askerlik çağrısı gelmişti. Resmi bir emir var mıydı bilmiyorum ama hepimizi askere almaya çalıştılar, ben talebe olduğum için yırttım. Gazinoda çalarken polisler geldi, hatırlı insanlar girdi devreye, bir hafta izin verdiler, cumaya kadar çalacağız, Barış da o gece teslim olacak kışlaya. Bir hafta çaldık, cuma oldu, Barış yok. Ne gelen var ne giden. Gazinoda polisle beraber bekliyoruz hepimiz. Haber vermeden sen uçağa bin git. Çektiğimiz sıkıntıyı tahmin edemezsin, polisler beni aldılar, sabaha kadar karakollarda dolaştık, gözaltında kaldık, acayip küfürler yedik, bir dayak yemedik. O yüzden kızgınlığım… Haber verse, ben gidiyorum siz de tüyün dese, biz de tüyerdik. Bu arada Barış uçtu gitti ama tabii bizim bir haftalık yevmiyeler de gitti onunla beraber. (Gülüyor) Daha sonra onunla ilgili alacak verecek durumlarımız oldu, verirsin vermezsin falan, sonra geldi teslim oldu, askere gitti. Askerde para kazanacak hali yok, sonra öder dedik. Araya yıllar girince, onun da biraz zoruna gitti herhalde, oradan bir soğukluk girdi aramıza.

Ama barıştınız sonra, değil mi?
Bak Cem’le beraber Kazakistan’a Almatı’ya gitmiştik, Barış da o zaman dünyayı dolaştığı programı yapıyordu, otelin o döner kapısında birden burun buruna geldik. Annesi ölmüştü ve ben çok severdim Rikkat anneyi. Sarıldım öptüm yanağından, o da bana sarıldı, o soğukluk orada bitti.

Moğollar olarak madem birbirinize bu kadar yakındınız, neden devamlı grupta bölünmeler oldu? Bir tek siz demirbaş kalmışsınız.

Askerlik sorunlarımız başlamıştı da ondan. Askerlik 24 aydı. Ben demirbaş kaldım ama iktisat fakültesini sekiz senede bitirdim, bütün tecil haklarımı sonuna kadar kullandım. Hep hesaplı girdim imtihanlara… 1976’da ben Fransa’dayken belli tarihte mezun olanlara 4 ay askerlik hakkı tanındı, ben hemen apar topar döndüm ve askerliğimi yaptım, döndüm, Engin hariç herkes dağılmıştı; son Moğollar. 76-93 arasındaki boşluğun başlangıcıdır o.

76’dan 93’e kadar bir daha sesiniz soluğunuz çıkmadı, taa ki Leman Dergisi’nden Kaan Ertem "Moğollar tekrar birleşsin" kampanyası başlatana kadar… Bugüne kadar benzer bir şeyin yapıldığını hiç duymamıştım.

MÇ: Bunun yeryüzünde bir örneği daha yok. Bir müzik gurubunun bir araya gelmesi için, bir çizerin bir imza kampanyası başlatması… bir örneği daha yok.

CB: Kaan o imzaları her hafta, derginin iç sayfalarında, sayfanın kenarlarında yayımladılar. Sonra da hepsinin fotoğrafını çekip bir kitap haline getirdiler ve bizlere hediye ettiler.

'FİLM MÜZİKLERİNİN ÇOĞUNDAN TELİF HAKKI KAYBIM VAR, REKLAMDA OYNADIĞIM İÇİN BANA LAF SÖYLEYENLER BUNUN İÇİN SESİNİ YÜKSELTMİŞ Mİ?'

Sinemaya ilk kez efekt yaparak adım atmışsınız.

Beyoğlu’nda Papirüs diye sinemacıların, tiyatrocuların uğrak yeri bir bar vardı.

Biliyorum, Yeşilçam Sokağı’ndaydı. Bir zamanlar efsane bir bardı. Uzun zamandır ismini duymamıştım.

Bir Çiçek Bar vardı bir de Papirüs zaten… Atıf Yılmaz, Zeki Ökten gibi muhteşem yönetmenler oralara takılırdı, biz de onları tanırdık yani. O zamanlar evimizde telefon yoktu sanırım, ben dokuz sene bekledim eve telefon bağlansın diye. Demek ki Atıf abi bana telefon etmemiş. (Gülüyor) Neyse bir gün bir şekilde beni çağırdı, gittim. Bir Amerikan filminin adaptasyonu olan bir film çekmiş, duyguları olan zeki bir arabayla ilgili… İşte kötü insanlara gidip kapısıyla çarpıyor, koltuktan fırlatıyor falan; filmde de Cüneyt Arkın oynuyor. Arabadan fırlatma, düşme kalkma çarpma sahnelerine falan efekt sesleri lazım, o cihazdan da sizde varmış dedi.

Synthesizer mı?

Hah, bravo. Bizde de Uğur Dikmen’de vardı ondan. Cem o ben birlikteydik o zaman. Girdik stüdyoya, bütün sahnelere ciuv ciuv efektler yaptık. Atıf abi çok mutlu oldu. Sonra da bu filme müzik de lazım dedi. Aşk sahnelerine daha hafif motifli ama kovalamaca sahnelerine bateriyle falan pata küte müzik lazım dedi. Aynen pata küte demişti. Birden çok korktum, Atıf abi şimdi mi istiyorsun dedim. Yok ya, sen ne zaman yaparsın dedi, yarın olur dedim. Hakikaten ertesi gün bütün müzikleri hazırlamıştım. Sonra bu bütün Yeşilçam’a "Cahit bir gecede filme müzik yaptı" diye yayılınca teklifler ardı ardına gelmeye başladı.

İlginçtir, ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’ filmini ilk kez uzun yıllar evvel Fransa’daki Türk filmleri haftasında izlemiştim. Müzik o gün bugün kafamda mıh gibi kaldı. Bana göre en iyi ilk on Türk filmi arasına girer.

MÇ: İlk odur bence, diğerlerini ondan sonra getireceksin. İlk onun birincisidir o film.

CB: Benim için de ilk onun ilkine girer.

Jehan Barbur da yıllar sonra müziğinize ses oldu ve şahane bir şarkı çıktı ortaya.

Resmen filmin hikayesini çıkarttı oraya, o zaman güzel oldu ve içime sindi daha doğrusu.

Bu konuda çok konuştuğunuz için benim asıl sormak istediğim film ‘Dila Hanım.’ Orada Kadir İnanır’ın zeybek oynadığı dans sahnesi ve o sahnenin müziği hala aklımdadır.

CB: O dans sahnesinden bahsediyorsun. Senaryoyu okudum, orası da filmin en önemli sahnelerinden… Adamın oynaması gerekiyor, oraya Harmandalı olmaz tabii. Ana temayı zeybek havasına nasıl sokabileceğimizi düşündük hemen ve müzik öyle şekillendi. (Bu arada müziği mırıldanıyor)

Hep aşk filmleri bunlar; peki siz en âşık olduğunuz dönemde hangi parçayı yaptığınızı hatırlıyor musunuz? Böyle körkütük âşık olduğunuz bir dönemden bahsediyorum.

Benim öyle bir şarkım hiç olmadı ya. Hiç.

Nasıl hiç? Selvi Boylum Al Yazmalım tamamen bir aşk müziği…

Hiç işte. Çok aşk yaşadım ama bir beste yapacak kadar körkütük âşık olmamış demek ki. Ama şimdi benim en büyük aşkım torunum Deniz… Onun müziğin bir kenarından girmesini çok isterim. Şu an dört yaşında, tam bal zamanı

Filmlerden bahsetmişken, ben Bollywood filmlerine ve oradaki müziklere bayılıyorum. Siz ne düşünüyorsunuz Hint müzikleri hakkında?

Dünyanın en zengin müziklerinden birisidir Hint müzikleri… Ne kadar profesyonel bakarsan bak, Hint müziklerindeki ritmi çözebilmen mümkün değil! Müthiş bir matematik bölümü vardır. Müzik matematik demek, zamanı bölersin ve böldüğün yerlere de notaları yerleştirirsin, sonsuz kombinasyonu var, Hintliler bunu müthiş yapıyor.

'BUGÜN SEÇİM OLSA BENİM OY VERECEĞİM TARAF BELLİ. KİME OY VERDİĞİMİ DE HİÇ SAKLAMADIM'

Sosyal linç kültürümüzün bir parçası haline geldi ya artık; bir ara bir telefon operatörünün reklamında oynadınız diye size çok saldırdılar.

CB: Neyle saldırdılar? Bana saldıranların kullandıkları telefonlara bak bakalım. Densizlik parayla değil yani işte.

MÇ: Ürünü alıyorsun ama reklamda oynamayacaksın.

Bir de sanki bütün CD’lerinizi, plaklarınızı almışlar, evleri sizin müziğinizle doluymuş gibi oynadığınız reklama karşı çıkabilme hakkına sahipler.

Aynen. Çok insan geldi bana elinde telefonla, bak telefonda senin müziğin çalıyor diye. Bak ama telefonuna hangi operatör diye, anlarsın. Yaptığım film müziklerinin çoğundan ciddi telif hakkı kaybım var, bunun için seslerini yükseltmişler mi? Bedava müzikleri indirenlerin böyle bir şeye karşı çıkma hakkı var mı?

Seçim zamanı "her şey çok güzel olacak" diye bir tweet attınız ve size verilecek ödül verilmedi. Destekleyen çok oldu ama karşı tepki de yüksekti.

Alsınlar o ödülü başlarına çalsınlar dedim sonra. O ödülü veren kurumu da sevmiyordum zaten, bir bahane bulmayı düşünüyordum. Konuşmama yeteri kadar zaman ayıramayacaklarını söylediklerinde benim de işime geldi ama tavır kötüydü.

Bence çok büyük hadsizlik, densizlik, saygısızlık size yaptıkları… Onların yaşı kadar emeğiniz var bu sektörde.
Bu onların umurunda değil ama benim hiç değil! Bak sen kızıyorsun ama ben zerre kadar üzülmedim ha, üstüme de alınmadım. Benim zaten 300-400 tane ödülüm var, bir tane daha olsa ne olur olmasa ne olur? Ben umursamadım ama tabii ki o densizliği unutmayacağım.

Kimse tarafını belli etmek zorunda değil tabii ama yangın yerinde tarafsız olmak, yangını çıkaranların yanında olmaktır bence.

Ben sosyal demokrat bir adamım. Politik görüşüm, siyasi tavrım belli. Hatta daha uç bir tavrım var, komünizme yakın… Bugün seçim olsa benim oy vereceğim taraf belli. Kime oy verdiğimi de hiç saklamadım. Yeri geldi sıkıntılı dönemi atlatsın diye HDP’ye, yeri geldi CHP’ye verdim, son seçimlerde de İmamoğlu’nu destekledim ama hiçbir zaman tarafsız kalamadım. Bak, karşı tarafı tutanlara da saygım büyüktür, kimseyle bu yüzden kavga etmem. İstanbul’da yaşıyorum ve buraya adam gibi hizmet edecek insana oy verdim. Vicdanım bunu emrediyor. Gelmişim 73 yaşına, hiçbir zaman da pes demem, aklım erdiğim sürece düşüncemi de tarafımı da ifade ederim.

Memnun musunuz İmamoğlu’ndan? Bu aralar bayağı eleştiri alıyor ya.

Bu kadar erken değerlendirmek gereksiz. Durun lan, şunun şurasında altı ay oldu, bir görelim önce neler yapacak, adama köstek oluyorlar, bütün desteklerini çektiler, kredi vermiyorlar, parasız bırakmaya çalışıyorlar… Bir durun yahu!

Kurumlar İBB’ye ait Hamidiye suyu anlaşmalarını da iptal etmişlerdi.

Ama ne oldu? Hamidiye suyu satış patlaması yaşadı.

Sizi nedense eskiden beri hep böyle sessiz, sakin, sesini yükseltmeyen, efendi bir adam olarak görüyorum

(Mazlum Çimen kahkaha atıyor) Bir de Mazlum’a sor. Nasıl gülüyor bak. (Gülüyor) Kafama yatan bir şeyler varsa benden daha munis bir adam bulamazsın ama bir şeyler aklıma yatmıyorsa, bana çomak sokmaya çalışıyorsa…

Savaşçıya mı dönüşüyorsunuz?
Oo hem de nasıl! (Gülüyor)

Cem Karaca’nın oğlu Emrah Karaca da babası gibi Moğollar’la beraber artık. Beraber konser veriyorsunuz ama grubun değişmeyen tek demirbaşı sizsiniz ya; peki, grubun beyni de siz misiniz?

CB: Yani Taner de var. Tabii ki birikim olarak yaşanmışlık istiyor bazı şeyler, onu ister istemez ortaya koyan biri gerekiyor. Yöneterek değil de yönlendirerek, izah ederek yapılması gereken bir durum bu.

MÇ: Gruba bir katalizör gerekiyor abi, bu da daha çok beste üreten, müziği üreten insana dair. Herkes bir değerdir ama değer de bir değerin üzerine oluşuyor.

Öne Çıkanlar