Psikiyatrist Cemal Dindar: Erdoğan çoktan kaybetmiş biridir

Psikiyatrist Cemal Dindar: Erdoğan çoktan kaybetmiş biridir
Erdoğan üzerine yazdığı 'Biat ve Öfke', 'Öfke Dili' ve 'Yeni Türkiye Sendromu' kitaplarıyla bilinen Cemal Dindar muhalefet lehine değişen psikolojik üstünlüğü Artı Gerçek'e değerlendirdi.

Rıfat DOĞAN-ARTI GERÇEK


Türkiye 24 Haziran’da seçime gidiyor. İktidar kanadı psikolojik üstünlüğü kaybederken, muhalefette heyecan yüksek. Buna rağmen toplumdaki ‘biz ne yapsak da o kazanacak’ ruh hali hala güçlü. Öte yandan uzun süredir Cumhurbaşkanı Erdoğan ile AKP arasında seçimlerde bir açı oluşabileceği de kimi yazarlar tarafından dillendirilen konular arasında. "Lider kültü etrafında toplanmış sağ kitlenin bu ruh hali 24 Haziran’a nasıl yansıyacak?", "Erdoğan’ın ruh hali kitlesinde bir enerji yaratmıyor mu?" ve "Muhalefette ne yapsak da kazanacak bir ruh hali geliştirsek?" sorularını psikiyatrist Cemal Dindar'a sorduk. 

Erdoğan üzerine yazdığı "Biat ve Öfke", "Öfke Dili" ve "Yeni Türkiye Sendromu" gibi kitaplarıyla da bilinen Cemal Dindar ile 24 Haziran seçimlerini, Erdoğan’ın ruh halini, muhalefetin psikolojisini konuştuk.

TOPLUMDA GÜZEL ALDIRMAZLIK HALİ DE VAR

- 24 Haziran’da Türkiye baskın seçime gidiyor. Halen sonlandırılmamış bir OHAL sürüyor. Toplumun büyük bir kesimi korku içinde. Bu korku ikliminde seçimler ne kadar sağlıklı?

Toplumun büyük bir bölümünde korku var, fakat mevcut durumun belirli bir şeyden veya birinden korkmayı aşan boyutu da var. Cumhuriyet’te handiyse kalıtsal bir nitelik olan dağılma, parçalanma kaygısı son yıllarda ve özellikle OHAL sürecinde baskın ideolojik söylemin merkezine yerleşti. Bunun bir nedeni bizzat iktidarın ve devletin gövdesinde oluşan boşluk. Özellikle 15 Temmuz’a kadar orada Gülenci kadroların yer aldığını, hatta yönetim aygıtında belirleyici rolleri olduğunu biliyoruz. Düne kadar oyun kuruculardan kabul edilen bir kesimin ihanet ile özdeşleşmesi, sözünü ettiğimiz korkunun boyutunu aşan bir tekinsizlik yaratıyor. Hala o boşluk olumlu temsillerle dolmuş değil.

İKTİDARIN MEŞRUİYETİ YALANIN EFENDİLİĞİNE DAYANIYOR

- Nedir o boşluk?


Bir de şu var sanırım… Gezi Direnişi sonrasında yaşanılanlar, iktidarın meşruiyetini bu ülkenin gerçeklikleri üzerinden değil, özellikle 12 Eylül çalışmamda önerdiğim kavramsallaştırmayla, yalanın efendiliği üzerinden kurduğunu görüyoruz. Bu ister yandaş ister karşıt olsun, nerdeyse halkın büyük bölümünde psikiyatrinin eskiden pek popüler olan bir kavramıyla güzel aldırmazlık, daha havalı adıyla "la bella indifference" yaratıyor. AKP’nin özellikle Gezi sonrası döneminde yaşananların onda biri, benim ömrümde tanıklık ettiğim hükümetlerin hepsini yerinden ederdi. Mutlaka ekonomik politik başka sebepleri de vardır, fakat 12 Eylül’den beri hemen her kesimin rüyası olan ‘güçlü lider’in yeryüzünde belirmesi ve onun keyfiliğinin ortaya çıkışı ile bu güzel aldırmazlık arasında bir bağ var gibi.

Seçimlerin bu koşullarda yapılması sağlıklı mı derseniz… Seçim, özellikle erken seçim, her daim olumsuz, sağlıksız koşullarda ve yönetenlerin sonuçları yönlendirebilecekleri beklentisiyle yapılır. Bu oyunu bozacak olan da yönetilenlerin oyuna, her iki anlamıyla, oya ve sahnelenen oyuna sahip çıkmasıdır.

AKP TÜRKİYE’Yİ YIKICILIĞA MEYİLLİ BİR COĞRAFYAYA DÖNÜŞTÜRDÜ

- 16 Nisan’da ortaya çıkan mühürsüz oy ve pusula meselesinden sonra ‘EVET’in önde çıkması ve seçimin baskın olması toplumsal muhalefetteki "Biz ne yapsak da bunlar kazanacak, Erdoğan kaybedeceği bir oyuna girmez" duygusu çok baskın. Bu ruh hali nasıl kırılacak?

Üzülmemiz gereken başlıca şeylerden biri ister iktidara yakın ister uzak, yeni kuşaklarda bu ülkede yaşayıp da bir bilimci veya sanatçı olarak ya da emekle yapılan herhangi evrensel bir işin peşine düşerek kendini gerçekleştirebileceğine inananların sayısı çok az. Öte yandan iktidar liderinin bizzat kavramlaştırdığı kindar nesile ait olmanın, yani birilerine kin beslemenin, hasedin, yıkıcılığın anlamlı bir hayat için yeterli olduğuna inananların sayısı da yazık ki bir hayli fazla. Bu bir hayli fazla olan kindar kardeşlerimizin bu topraklarda yapıp ettiklerinin utancı bile öyle olmayanlara düşüyor. Katliamda ölenler için yapılan saygı duruşunu statta yuhalayan kardeşlerimizle aynı topraklarda yaşamanın utancı mesela… AKP, kendini de aşan bir şeye yol açtı, sorunlu da olsa işleyen, yaşayan, yaşatan duygu birliğini, toplumsal bağı sadece kendi projesine indirgemeye çalışırken ve bunun için barış gibi, kardeşlik gibi asli kavramları, deneyimleri kötüye kullanırken bu ülkeyi yıkıcılığa meyilli, Thanatos’un gölgesinde bir coğrafyaya dönüştürdü. Bu ruh hali nasıl değiştirilir? Kardeşlik kültürünü, aynı anlama gelmek üzere yaşama sevincini diri tutarak, yaşatarak… Ben bu aralar Yunus Emre’de ve şiirlerinde buluyorum gözeyi, kaynağı… Türkçenin bu büyük kurucusunun mistisizmi tül ve altında büyük bir insancıllık ve yaşama sevinci var.

‘ERDOĞAN ÇOKTAN KAYBETMİŞ BİRİDİR’

Erdoğan kaybetmez, kabulü içinde olanların görmediği bir şey var: Tayyip Bey, çoktan kaybetmiş biridir. Bi'at ve Öfke’ye de almıştım o sözünü: "Ben Recep Tayyip Erdoğan değilim bu ülkenin başbakanıyım." Kasımpaşa’dan emekçi bir ailenin çocuğu olarak yıllardır kendisine karşı, kazandıkça kaybeden biridir Tayyip Bey. Türkiye’nin içinde bulunduğu süreç onu ve iradesini aşan bir süreç. Kendinde vehmettiği güçlerin tümü, Türk devlet geleneğinin, Althusserce söylersek, onu çağırmasıyla ilgili… Yapısal krizler ancak güçlü lider yaratarak ve onu bozkırda olduğu gibi, çadırın direği yaparak aşılır. Boşuna mı dün hiç yan yana gelmez olanların bugün yan yana durmaları… Şimdi bir seçime gidiyoruz. Tayyip Bey ve AKP Milli Görüş’ten bugüne geldi. Nerede söylemdeki İslam? Paranteze alsak ve şu dönemi mesela doksanların başına ışınlasak Muharrem Bey sanki daha fazla İslamcı kabul edilirdi ve sanırım o günün CHP’sinde de pek yer bulamazdı, söylemindeki vurgularla.
 



‘YAZGIMIZI OYLAYAMIYORUZ’

Tuhaf bir siyaset sahnesi var. 12 Eylül’ü darbeler içinde en başarılı darbe sayabiliriz mevcut siyaset sahnesine göre… Elinde Kur’an, ayetleri dönemin siyaseti için meydanlarda kötüye kullanan ve kurbanlarla karşılanan Kenan Paşa, Türk-İslam sentezi ideolojisinin bir neferiydi de. Şimdi siyaset sahnesi ümmet ve millet bağını es geçmeden Türkçülükte somutlanmış durumda. Sorun şu ki ülküleştirmeler, idealizasyonlar birer baştan çıkarma araçları ve hemen herkes mağrur ya da mağdur rolüne bürünerek baştan çıkmaya hazır gibi. Mevcut siyaset sahnesinde kitlelere rüşvet verme tatsızlığı dışında bir toplumsal dönüşüm önerisi getiren kim var? Asıl sorun bu! Biz jestlere, anlık parlamalara, gösterilere oy vermekle baş başa kalıyoruz. Yazgımızı oylayamıyoruz.

2002’DEN BERİ SAHNENİN KURUCUSU TAYYİP BEY

- Şu mu söylediğiniz: Muhalefet iktidarın belirlediği alanda oynamak zorunda kalıyor?

Çok uzun bir süredir öyle. Sahnede sahnenin kurucularına diğer gruplarda da benzeyen insanlarla dolu. Mevcut siyasi aktörler, belki sosyal medyanın da etkisi, jestlerden ibaret. Oysa belagat başka bir şeydir. Belagatı retoriği düşünürsek Atina okulunun ana öğelerinden biri. Düello ahlakını bile göze alamayan, sadece gardını alma ötekini mat etme, ötekini açıkta bırakma üzerinden giden bir siyaset var. Kitleleri ikna etmek hep başka birini alt etmek, size inanmış gruba o günlük bir kurban sunmak anlamına geliyor. Oysa retorikte kendi kuşağının ve zamanın ruhunun temsilcisi olarak daha sonraki kuşaklara ikna edici olduğu kadar kalıcı sözü bırakma becerisidir. Deyim yerindeyse o sözü estetikle buluşturma halidir de. Süreklilik arz eder. Pedagojisi, öğreticiliği vardır.

Burada herkes derken, bağışlasınlar, biraz haksızlık yapıyor olabiliriz. Mevcut siyasi sahnenin 2002’den beri yürütücüsü, ana karakteri Tayyip Bey … Doruk an Gezi desek, negatif anlamda oranın lideri bile oydu.

AKP KADROLARINDAKİ METAL YORGUNLUĞU ERDOĞAN’DA VAR

- 2002’den beri sahneyi Erdoğan kuruyor dediniz ama örneğin onun "tamam" ve "sıkıldık" sözleri sosyal medyada yayıldı ve muhalefete seçim sloganı oldu. Muhalefetin psikolojik üstünlüğünden bahsediliyor. Karar gazetesi yazarı Yıldıray Oğur da AKP ilk kez muhalefetteymiş gibi söylemlerde bulunduğunu yazıyor. Sizce sahneyi bu kez muhalefet mi kuruyor?

İktidarın söz alanı çok daraldı. Yeni bir söz yok ve orada bir sıkışmışlık var. Lider düzeyinde de öyle olduğu görülüyor. Karşı tarafta bir hamle olduğunda "sen böyle birisisin" söylemine giden bir şey var. Tam da bu AKP kadrolarına bizzat liderince atfedilen metal yorgunluğu gibi benzeri nitelemeleri lider için de söyleyebiliriz. Çok geniş alanda çok ciddi sorumlulukların ve eylem alanın genişlediğini görüyoruz. Gücü kendinizde toplamanın en büyük riski de bu zaten. Artık her alanı kontrol etmek zorundasınız. Bunun da bir bedeli var. Herkesin bir enerjisi ve belirli bir birikimi var, ekonomide bakıyoruz Tayyip beyin söylediği söze göre düzenleme yapılıyor, dış politikada onun söylediği söze göre hareket ediliyor. Bakıyoruz onun söylediği söze göre o ülkeyle böyle bu ülkeyle şöyleyiz. Herhalde yeni bir söz yok ve AKP’nin de liderinin de sarıldığı temel argümanlar benzer taşlaşmış, söylemi donmuş iktidarlarda olan şey. Büyük bir düşünce yoksunluğu ve ciddi bir gardını alma kendini ülkeyle, ülkenin bekasıyla özdeşleştirip kendisine karşı olan herkesi her şeyi sanki ülkeye, devlete karşı, millete karşı somut bir düşmanlık gibi algılama… Neredeyse Klein’ın bebeğin erken gelişiminde kavramlaştırdığı ünlü paranoid-şizoid konumuna gerilemiş bir iktidar söylemi var. Kendileri dışında her şey ve herkes bu milletin aydınlık yarınlarına, gerçekte ise onların bu ülkeyi kuruturcasına emmesine engel olan düşmanlar… Fakat böyle bir konumda düşünceye yer yok ve deyim yerindeyse süt kesildikçe hakikatin çağrısı beliriyor: sen kuruttun!

ARTIK YENİ ŞEYLER SÖYLEMEK LAZIM

Bunun karşısına da yerleşen, tuhaftır, muhalefette de bir depresif ruh hali var. "Ne yapsak bunu aşamayız", "ne yapsak hain gibi, milletine devletine karşıymış gibi damgalanacağız" "ne yapsak kendimizi doğru anlatamayacağız" gibi bir durum var ve bunun üzüntüsü, kederi içinde olan bir muhalefet söz konusu. Bahsettiğiniz şeyler jest alanı. "Tamam" dedik, sonra o içine kapandı ve bitti, sonra "sıkıldık" dedik. Sonra o da içine kapandı ve bitti. Bu tür bir havanın oluşması kötü değil, olumsuz değil. Bunları aşan artı bir şeye ihtiyaç var. İktidar olmak böyle bir şey. İktidar arzusu böyle bir şey. Artı bir şey söylüyor olmanız lazım ve onun ötekinin belirlediği değil, sizin belirlediğiniz içsel dinamiklerinizin sonucunda ortaya çıkan bir öneri olması gerekiyor. Daha önemlisi, karşıdan seslenen rakip kardeşinizin söylemine kapılarak değil de, Mevlana’nın dediği gibi, "Artık yeni şeyler söylemek lazım."

ERDOĞAN İLE AKP ARASINDA SEÇİMLERDE BİR MAKAS OLUŞABİLİR

- Erdoğan’ın ruh halinden sıkışmışlığından bahsettiniz. Elif Çakır, Karar gazetesindeki yazısında AKP tabanı için bir uyarı da bulunuyor. "AKP ilk kez sonucu cebinde olmayan bir seçime giriyor, çünkü Erdoğan’a oy verip AKP’ye oy vermeyecek bir kitle var" diyor. Çakır’ın bu yazısı da AKP tabanında başka bir ruh halinin olduğuna işaret. Bu durumu nasıl değerlendirirsiniz?

Ortada neredeyse herkesin üstlenmekte zorlandığı düzeyde bir tablo var. Bu olumsuz tabloda gelecek perspektifini daraltan, hepimiz için kendini rahat huzurlu hissetmeyi, yarından emin bir yaşam sürdürmeyi zorlaştıran bir tekinsizlik var. Bu sadece muhalefet için böyle değil… AKP tabanında da bunun bir karşılığının olduğunu söyleyebiliriz. O grubun en kestirme yapabileceği şey: "Lider çok doğru, çok başarılı, hepimizin reisi. Başarılı bir şekilde yönetiyor. Ama yanında yöresinde partide bulunanlar kötü, bir basiretsizlik var…Gördük, orası zaman zaman kötü insanlarla da doluyor, işte FETÖ de çıktı oradan…" Bu hakikaten büyük bir risk AKP için. Lideri ülküleştirip grubu değersizleştirme eğilimi var.

Tayyip Bey de zaman zaman bunu yapıyor. Birgün de başbakan değişiyor mesela. Metal yorgunluğu deniliyor, gruba dönük bir yetersizlik vurgusu, kendi kadrosuna dönük bir yetersizlik vurgusu. Bu olabilir, böyle bir makas oluşabilir. Yüzde elliye yakın bir grup halen Tayyip Bey’le özdeşleşiyor olabilir. Kendi sınıfsal konumunun yansımasını Tayyip Bey’in geçmişinde, mevcut yönetme biçiminde görüyor olabilir, onun söyleminde kendi söylem aralığını yakalıyor olabilir. Bir sürü şey olabilir. Fakat bu ülküleştirmeye halen ihtiyaç duyuyor olabilir, çünkü ilk seçim oy verdin, ikinci seçim vazgeçtin bu bir şey, yani sürecin sorumlusu olmaktan paçayı kurtardın. En fazla bizim yaşlı kadınlarımızın baş vurduğu bir şeyi yaparsın, ilenirsin ve elim kırılsaydı da oy atmasaydım, dersin. Fakat 2002’den beri neredeyse bütün seçimlerde oy vermiş insan içten içe bu sürecin ortağı olarak hissediyordur. Olumsuz bir sonuç görse bile, bu sorumluluğu kabul etmemenin en kestirme yolu yine oy vermek. Bundan vazgeçmek o kadar kolay bir şey değil. Orada da AKP kadroları ve lideri arasında iyi ve kötü ayrımı yapabilir seçmen grupları. Bu da artık AKP diye bir siyasal partimiz olmadığı anlamına gelir.

GELİNEN NOKTA GERÇEK ANLAMIYLA BİR İFLAS

- Selahattin Demirtaş’ın geçtiğimiz günlerde çıkan bir söyleşisinde "Erdoğan onurlu gidişin alt yapısını hazırlıyor" demişti. Erdoğan de bir röportajında "kim kazanırsa saygı duyarız" dedi. İlk defa böyle bir söz etti. Sizce Erdoğan böyle bir senaryoya mı hazırlanıyor?

Seçimde bunun olabilmesi için atı alanın Üsküdar’ı geçememesi, yani atsız kalması lazım. Belirgin bir farkın olması lazım. Mevcut referandum sürecinden anladığımız o. Öbür yanda Tayyip Bey’i Türkiye’de izlemiş olan herkes onun yenilgiyi kolay kolay kabul etmeyeceğini biliyor. Seçim de olsa başka süreçler de olsa belirli bir direnç gelişeceğine, iktidarı bırakmayacağına ve gücünden vazgeçmeyeceği konusunda hemen herkes bir öngörüye sahip ve temel kaygılardan biri de bu. Türkiye’de Yenikapı ruhu ya da mutabakatı, ondan beri belirgin bir devlet refleksi var. Türkiye’de kriz dönemlerinde, özellikle devletin kendi yapısal krizinde, ki bu oldu, Gülenist kadrolaşmasının boyutlarına bakılınca devlet büyük bir kriz içine girdi ve ne kadar kurtulup kurtulmadığı soru işareti. Bu yapısal bir sorundu da aynı zamanda. Ağır yapısal bir sorun.

Bir çadır imgesi ortaya çıkıyor. Çadırın direğini sağlam tutacaksın, çadırı olabildiğince daraltacaksın ki grup birbirine daha çok yaklaşacak, türdeşleşecek, tekinsiz kişi ve gruplar dışarıda kalacak gibi bir refleks oluştu. Böyle işlevsel bir reflekse ihtiyaç kalmadığı, artık o güçlü lider imgesinden vazgeçip AKP ve liderinin işlevsizleştirilmesi gibi bir süreç var mı, devlet katında, onun işaretleri ne kadar güçlü bilemiyorum. Fakat Tayyip Bey ve AKP için şunu söyleyebiliriz: Cumhuriyet tarihinde başlangıçtaki bir dönem hariç hiçbir kadroya bahşedilemeyecek bir süreç yaşandı ve gelinen nokta gerçek anlamda bir iflas. Öyle görünüyor ve bunun bir sorumluluğu var. Bu sorumluluk umuyorum konuşuluyor ve değerlendiriliyordur devlette, AKP içinde ve liderinin çevresinde. Yoksa gidişat hepimiz için iç açıcı değil. Bizlere düşen ise, bir kez daha söylemeliyim, yeni bir toplumsal sözleşme arzusunu ve kardeşlik kültürünü yeşertecek işler olmalı…

İKTİDAR 7 HAZİRAN’DAN SONRA DİLİNİ ÖLÜM ÜZERİNE KURDU

- Toplumdaki kutuplaşma da had safhada. İktidarı destekleyenler desteklemeyenler şeklinde. Toplumsal değerlerde de bir yozlaşma ve çürüme söz konusu. Siz de bahsettiğiniz toplumsal değerleri konuşan kimse yok artık. Adalet duygusu yok oldu örneğin. Seçimden sonra bu değerlerin onarılması mümkün olacak mı?

7 Haziran’dan sonra iktidarın dili ve eylem pratiği belirgin bir şekilde ölüm üzerine kuruldu. "Kefenler giyeceğiz" "elbette öleceğiz" ve şehitlik söylemlerinin ön plana geçtiğini günümüze kadar da bir şekilde geldiğini görüyoruz. Bu aslında bir coğrafyanın üretici, yaratıcı, yaşamı savunucu ve yaşam arzusunu diri tutucu yanlarının örselenmesiyle de yan yana gitti. Zaman zaman iktidar cenahında veya Tayyip Bey'in de "binalar kuruyoruz, bir şeyler yapıyoruz ama kültür yaratamıyoruz" dediği şey, bir çaresizlikte barındırıyor, mevcut ortamda, toplumu ve coğrafyayı ölüm güzellemelerine kapatarak bir kültür yaratamıyorsunuz. Buna rağmen umutsuz olmama taraftarıyım. Her ne kadar bu dönemde Kürdü seven Türkün de Türkü seven Kürdün de sayısı azalmış olsa da… Özellikle kültürel alandaki öznelerin siyasetin diline teslim olmadan yeni bir kardeşlik kültürü yaratması ve bu konuda çok özenli olması, çok çaba göstermesi gerekiyor.

YENİ BİR TOPLUMSAL SÖZLEŞMEYE İHTİYACIMIZ VAR

- Nasıl olacak bu dediğiniz?

Kardeşlik kültürüne çok büyük ihtiyaç var. Bunu neden yapmayalım? Halen yapabiliriz. Bunun önkoşulları belli. Yeni bir toplumsal sözleşmeye ihtiyaç olduğu görülüyor. Toplumsal bağları güçlü kılacak eylemlere, işlere, merhabalara ihtiyacımız var. Şimdi artık, geçen sefer olduğu gibi "sözde-barış" yapmaya gücümüz yok. Sözde-demokrasi sözde-adalet o ölüm güdüsüne yapışıyor. 7 Haziran’dan sonra akan kardeş kanının, kardeşlik sevgiyi olduğu kadar rekabeti, olumsuz duyguları da içerir, o yüzden diyorum ki kardeş kanının bir sorumlusu da o barış sürecini sözde-barış süreci gibi eyleyenlerdir. Her on yılda bir umudun yükseltilip kanla yıkanmasının siyaset sisteminde sahneyi kuranlar için bir mantığı var görünüyor, o mantığı işlevsiz kılmamız lazım.

ADAYLARDAN BİRİNİN AYAĞINA PRANGA TAKILMIŞ DURUMDA

- Bu noktada HDP’nin Cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş’ın cezaevinde olmasını ve eşitsiz koşullarda kampanya yürütmesini sormak isterim. Bu da bahsettiğiniz kardeşlik duygusunun gelişmesine engel oluyor. Bu eşitsiz yarışın kardeşliğe hizmet etmeyeceği açık değil mi?

İradesi olan, yani belirli bir oy almış olan parti ve liderinden bahsediyoruz. Eğer bu koşullarda seçim yapılır ve bu koşullarda bir sonuç alınırsa, sonuçta kim kazanırsa kazansın neyi kazandığından emin olamaz. Çünkü yarışmacılardan birinin ayağına neredeyse pranga takılmış ve "hadi koşuyoruz" diyorsunuz. O yarışın sonucunda söylediğiniz hiçbir cümleyi, eylediğiniz hiçbir eylemi kendi hakikat temeline oturtamazsınız. Çünkü o yarışı nasıl kazandığınız belli! O yüzden bu seçimde Selahattin Bey’in diğer adaylar kadar kendi seçmeniyle buluşabildiği, serbestçe sözünü söyleyebildiği, sözünün dolaşımda olduğu biri olması lazım. Selahattin Demirtaş’ın koşullarıyla karşılaştırılamaz ama iktidar bloğunun TRT’yi ne kadar kullandığı, öteki bloğun ne kadar kullandığına baktığınızda niceliksel bir bastırma olduğunu, Saadet, CHP veya İYİ Parti diyelim şöyle veya böyle, mevcut kapatılma, kısıtlamanın kendilerine de yönelik olduğunu görmeleri önemli. Gerçekte Selahattin Demirtaş’ın özgürlüğüne kavuşması herkesin hayrınadır.

Bu seçim sonuçları itibariyle toplumsal barış açısından da bir şans olacaksa, belalı bir dönemi bitirecekse eğer Selahattin Demirtaş’ın serbest bir şekilde girebilmesi, kısıtlama olmadan sözünü söylemesi toplumsal bağları yeniden inşa etme konusunda bir fırsat hepimiz için. Çünkü onun söyleminde sözün ettiğim kardeşlik kültürünün yankısı var… Umarım öyle de olur.

 

Öne Çıkanlar