Rusya ve Türkiye yakınlaşması dengeleri nasıl değiştirir?

Rusya ve Türkiye yakınlaşması dengeleri nasıl değiştirir?
Barış ve çatışma araştırmaları alanında uzman isimlerden Dr. Hans van den Berg ile konuştuk.

Ayşe ÇAVDAR


Dr. Hans van den Berg’i, Sen Foundation için hazırladığı araştırma raporu aracılığıyla tanıdım. "Rusya, Türkiye ve Bosna-Hersek: Barış inşa sürecine zarar verebilecek operasyonel kodlar hakkında bir araştırma" başlığını taşıyan bu rapor, Türkiye ve Rusya’nın Bosna-Hersek’e yönelik siyasetlerinde dini semboller ve kodlardan yararlanmalarının olası sonuçlarına dikkat çekiyordu. 

Rusya, Bosna-Hersek’te özerk bir idari bölge olan Sırp Cumhuriyeti, Türkiye de Müslüman Boşnaklar üzerindeki nüfuzunu ortak tarih ve ortak din temalarını merkeze alarak geliştirdikleri siyasi söylemle artırmaya çalışıyorlar. Temelde merakım, Rusya ve Türkiye arasında baş gösteren "dostluk" ve "çıkar ortaklığı"nın, Bosna-Hersek gibi toplumsal barışını gayet kırılgan dengeler üzerinde koruyabilen bir yerde bu ilişkinin nasıl bir etkisi olabileceğiydi. Asıl önemlisi Bosna-Hersek’te yaşanan savaşın dili din üzerinden kurulmuştu. Rusya ve Türkiye, aralarındaki dostluğa rağmen birbirleriyle şiddetli bir rekabet halindeki Ortodoksluk ve İslam’ı besleyerek Bosna-Hersek’e ne yapıyorlar?
 
Dr. van den Berg, Bosna-Hersek’i merkeze alarak yalnız Rusya ve Türkiye değil, Batı’ya da eleştirel bir yaklaşımla yanıtladı sorularımı. Vladimir Putin’in, altı yıl daha Rusya devlet başkanı olacağı, Erdoğan’ın da Putin’inkileri çok andıran yöntemlerle seçimlere hazırlandığı, her ikisinin de din ve milliyetçilik alaşımı bir siyasetle yükseldikleri vakıa. NATO ve AB’nin, ne mevcut üyelerini ne de genişleme perspektifinde görünen ülkeleri savunucusu oldukları liberal değerlere artık ikna edemediği bir dönemde Bosna-Hersek’e ne olacak? 

Bosna-Hersek ve Balkanlar, Orta Doğu’daki sıcak çatışmanın, Rusya-Batı restleşmesinin uluslar arası ekonomide yarattığı gerginliklerin gölgesinde kalsa da tüm bu gelişmelerinin sonuçlarının yansıyabileceği hassas bir alan. Bu nedenle bir an önce yeniden ve hassasiyetle gündeme taşınması gerekiyor. Dr. van den Berg’in araştırması bu meyanda hesaba katılması gereken önemli bir meselenin, dinin barış ve olası bir çatışmada nasıl bir yeri olabileceği konusuna odaklanıyor. 

Dr. Hans van den Berg

Leiden Üniversitesi’nde Kamu Yönetimi eğitimi aldıktan sonra barış ve çatışma araştırmaları alanında uzmanlaştı. Barış inşası, dinin barış inşa süreçlerindeki etkisi, Rusya’nın gerek yakın çevresine gerekse uluslar arası siyasete etkileri gibi alanlarda araştırmalar yaptı. Doktorasını, Prof. Dr. Ir J.J.C (Joris) Voorhoeve danışmanlığında Rusya ve Türkiye’nin Bosna-Hersek siyasetini hangi operasyonel kodlarla sürdürdükleri sorusunu merkeze alarak yazdı. Bununla birlikte, İngiltere’nin Suriye’ye yönelik bombardımanlarını nasıl meşrulaştırdığı konusunda bir araştırma gerçekleştirdi. Bugünlerde, Rusya’nın Balkanlar üzerindeki etkisini araştırmak üzere bir proje geliştiriyor. Bu projede meseleyi daha tarihsel bir perspektiften ele almayı planlıyor. 

"DAYTON İYİ AMA KUSURLU BİR ÇÖZÜMDÜ"

- Her şeyden önce Bosna’da barışı ayakta tutan nedir? Dayton Anlaşması’nın hâlâ işe yaradığını düşünüyor musunuz? Hele de AB’nin Bosna-Hersek’i kendi siyasi ve ekonomik sistemine dahil etme konusundaki kafası karışık hatta belki tembellikle malul politikası karşısında Dayton Anlaşması’nın dayanma şansı nedir? 

Dayton Anlaşması, imzalandığı dönem için olabilecek en iyi çözümdü. Çatışmaya, şiddete ve savaşa bir son verdi. Ancak, daha imzalandığı anda kusurluydu ve içerdiği sorunlar rahatlıkla görülebiliyordu. Dayton Anlaşması’na dayanılarak yapılan anlaşma etnik kayırmacılığı, azınlıkların baskı altına alınmasını ve etnik kimliklerin tahkimatını teşvik etti. Bunun sebebi, üç ana etnik grubun siyasi olarak tanınmasına ve güçlendirilmesine odaklanılmış olmasıydı. Uluslararası toplumun Dayton’un ve onu destekleyen diğer düzenlemelerin başarısızlığa uğradığını artık kabullenmesi gerekiyor. Başarısızlığı kabullenmekte utanılacak bir taraf yok, başarısızlıklar bize büyüme ve kendimizi geliştirme olanağı sunar. Oysa uluslararası toplum başarısızlıklardan çok başarılara odaklanma eğiliminde. Halbuki her başarıları olduğu gibi Dayton’un başarısızlığa uğradığını gösteren bir çok sorun var. Bunlardan biri yeni bir anayasa yapılamamış olması. Ayrıca evlilik, eğitim ve genel manada etnik gruplar arasındaki ilişkilerin gelişmemesi; hukukun devletinin tesis edilmemesi; arzu eden mültecilerin evlerine dönmelerinin sağlanmaması ve nihayet Batılı anlamda bir demokrasinin inşa edilmemiş olması. İlaveten, ekonomik istikrar, ilerleme, insan haklarına saygı, NATO ve AB üyelikleri bağlamında da başarısızlığa uğradı Dayton. Yine de tekrar ediyorum, korkunç bir savaşı nihayetlendiren bu anlaşma başarılı bir adımdır. 

Bosna’da barışı ayakta tutan en önemli güç Bosna halkı. Bu halk yeni bir savaşı ve şiddet dalgasını istemiyor. Ama tam bu noktada bir de tehlike var. Şu anda savaş ortamında büyümüş ve bütün o zalimlikleri görmüş bir kuşakla karşı karşıyayız. Kısa sure sonra, savaşı tecrübe etmemiş ama 1990’ların sonunda Dayton Anlaşması’nın getirdiği barış ve başarıyı da görmemiş bir kuşakla tanışacağız. Bu kuşak, kirli siyasi çekişmelerin, ayrıştırılmış eğitim sisteminin ve gerek evde, kendi ebeveyninin, içinde bulunduğu topluluğun, politikacıların gerekse uluslararası aktörlerin başka etnik gruplara yönelttikleri nefretin etkilediği bir toplumda büyüdü. Buradan bakıldığında eğitim çok önemli, ama Dayton anlaşmasında bu konuya dair hiçbir karar verilmedi ve mesele topluma bırakıldı. Ayrı etnik tarihlerin öğretildiği, farklı gerçekler üzerine inşa edilmiş ve farklılıkların altını çizen bu ayrıştırılmış eğitim sistemi endişe verici bir içerik taşıyor. 

Savunma Bakanlığı’ndaki bir kaynağım ne AB’nin ne de NATO’nun genişleme arzusunda olduğunu söylüyor. Öte yandan, ismini vermek istemeyen, Bosna-Hersek’te yaptığım araştırma esnasında tanıştığım bir NATO çalışanı ise bu ülkeye ilişkin dosyaların henüz aktive edilmeye muhtaç olduğunu söylemişti. Bu Bosna-Hersek’in, NATO’yla yoluna devam etmek için bazı reformlar ve düzenlemeler yapması gerektiği anlamına geliyor. Ve bir de Bosna-Hersek’e yönelik bu ilgisiz tavrın düzeltilmesi gerekiyor. Hem AB hem NATO ülkenin entegrasyon konusunda gereken adımları atmasını özendirmek için halen havuç-sopa yaklaşımını kullanıyorlar. Ancak iç politikanın nasıl parçalanmış halde olduğunu ve fikri farklılıkların bu parçalanmadan nasibini aldığını biliyoruz. Hem AB hem de NATO, genişleme fikrinden vazgeçtiklerini açıkça söylerlerse Bosna-Hersek’teki Avrupa yanlısı partileri çok zor bir durumda bırakacaklar. Bosna-Hersek bugüne kadar bu iki kurumun ilgisini kaybetmemek ve onların daireleri içinde kalmak için pek çok zorluğun üstesinden geldi. Siyasi manzara sürekli belli bir gerginlik seviyesinin üzerinde oldu, yereldeki etkilerini burada konuşmuyorum bile. Doğrudan Bosna-Hersek’i hedef almasa bile, AB ve NATO’nun genişleme konusundaki mevcut tavırları, Bosna Hersek’i konuyla ilişkili her bir aktörün başka gündemlerle attıkları her adıma duyarlı kılıyor. 

TÜRKİYE'NİN BOSNA ÜZERİNDE NASIL BİR ETKİSİ VAR?

- Raporunuzda da dile getirdiğiniz gibi, "eski güzel günler"de, Türkiye’nin yüzü henüz AB’ye dönük iken, Türkiye’yi Bosna konusunda daha çok inisiyatif kullanmaya teşvik eden gene AB idi. Bu inisiyatifin işe yaradığını düşünüyor musunuz? Türkiye’nin AB politikasının değişmesi, Bosna-Hersek’in yön değiştirmesine neden olabilir mi? Türkiye’nin böyle bir gücü var mı Bosna üzerinde. 

"Eski güzel günler"de Türkiye’nin böyle bir nüfuzu gerçekten vardı. AB’yle ilişkilerini iyi tutmaya ve özellikle ticaret konusunda kârlı ekonomik anlaşmalar yapmaya uğraşıyordu. Bosna-Hersek AB üyesi olabilseydi, Türkiye’ye de pek çok ticari olanak yaratmış olacaktı. Artık Türkiye’nin herhangi bir vadede kendisini AB üyesi olarak gördüğünü sanmıyorum. Fakat komşuları AB üyesi olduğunda enteresan bir durumda kalacak. Öte yandan, AB ve Türkiye’nin her bir konuda hemfikir olmadıklarını ve Bosna-Hersek konusunda birbirlerinden ayrı gündemleri olduğunu biliyoruz. Türkiye, AB ile hemfikir olmadığı konularda kendine bir nüfuz alanı yaratmaya çalışıyor. 
Türkiye’nin AB’ye yönelik yeni tavrı elbette Bosna-Hersek’in siyasi yönünü de değiştirecektir. Türkiye Boşnaklar üzerinde ciddi bir güce sahip. Bu güç politikacılar üzerinde o kadar kendini belli etmese de, tabanda önemli bir fark yaratıyor. Boşnaklara eğitim olanağı sunmanın yanı sıra, Türkiye’ye yerleşmek isteyenlere kapılarını da açıyor. Etnik ayrımcılık yükselirken Boşnaklar kendilerini Türkiye’ye ya da herhangi bir başka bölgesel güce daha bağlı hissedebilirler. Sırp Cumhuriyeti (SC) Rusya’yla dostluk kurarken, Boşnaklar da ellerini güçlendirmek için yeni bir güce ihtiyaç hissetmekteler. Ve AB şimdi, Bosna-Hersek çoktan başvurmuş olsa bile, açıkça genişleme konusunda çok da arzulu olmadığını söylüyor. Bosna-Hersek’in başvurusu şu an inceleniyor fakat girişin gerçekleşmesi neredeyse on yıl alacak. Bu ortamda Bosna-Hersek aradığı yeni arkadaşı AB’de edinemeyecek. Rusya’nın Türkiye’ye artan ilgisi nedeniyle Boşnaklar kimin kendilerine daha çok yardım edebileceği konusunda şüpheye düşecekler. Ve Türkiye şimdi AB konusunda farklı düşünüyor. AB de kendisinden yana olan Boşnakları hayal kırıklığına uğrattı. Bütün bu koşullar altında Boşnaklar kendilerini Türkiye’ye daha yakın hissedebilirler. Bütün bu koşullara ek olarak Türkiye’nin ülkenin yeniden inşasında önemli bir rolü olduğunu da göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Bu konuda Türkiye herhangi bir AB ülkesinden ya da uluslararası örgütten açık ara önde. Ve tabii bu da Türkiye’ye önemli bir güç sağlıyor Boşnak halkı üzerinde. 
Bu noktada keşke taraf tutmak mümkün olsaydı, çünkü Boşnak politikacılar Türkiye ve Rusya’nın ne yapmakta olduğunu açıklıkla görüyorlar. Boşnak politikacıların Türkiye’nin Gülen okullarını kapatmaları yolundaki taleplerine nasıl cevap verdiklerini gördük. Siyasi elitler AB ya da Türkiye’ye bütünüyle teslim olmak yerine bağımsız karar vermeyi seçtiler. Fakat insanlar bu mevzuu farklı ele alabilirler tabii. 

"BOSNA-HERSEK'TE YİNE SAVAŞ GÖRECEĞİZ"

- Batı AB’den ibaret değil, bir de NATO var ve Trump’ın politikalarından kaynaklanan bazı sorunlar ortaya çıkmaya başladı. Sırbistan ve Bosnalı Sırplar arasındaki ilişkiler göz önünde bulundurulursa, Bosnalı Sırpların NATO’ya hiçbir zaman evet demeyecekleri ortada. Bosna bu koşullar altında nasıl Batı’ya entegre olacak? Batı, Bosna’ya hayata geçirilebilir bir perspektif sunabilir mi hâlâ? 

NATO Bosna-Hersek dosyasını ne zaman aktive eder bilmiyoruz. Fakat Bosna bir NATO üyesi. Bunu ne Trump ne AB ne de Bosnalı Sırplar değiştiremez. Bosna-Hersek’in NATO içinde nasıl bir rol oynayabileceğini kestirebilmek için, Yugoslavya’nın henüz hayatta olduğu geçmişe şöyle bir dönmemiz gerekir. Tito Yugoslavya devletini Sovyetlerle Demokratik Batı Avrupa arasında bir geçiş süreci olarak tahayyül etmişti. Bosna Hersek NATO’da yine bu rolü oynayabilir, Doğu ile Batı arasında bir geçiş bölgesi haline gelebilir. Bosna-Hersek’in, sahip olduğu tarihsel arka planla, NATO’nun Balkanlar’da olup bitenleri kavramasını sağlayacak önemli bir rol oynayabileceğini düşünüyorum, fakat bu aynı zamanda Bosna-Hersek’in NATO’nun duruşunu Rusya, Sırbistan ve diğer NATO karşıtı devletler ve kurumlar karşısında benimsemesini gerektirecektir. 
Bosna-Hersek Batı’nın bir parçası olmayabilir, tıpkı Orta Doğu, Afrika ve Doğu’daki diğer ülkeler gibi, bunu hiçbir zaman gerçekleştiremeyebilir. Batılı toplumların ve politikacıların kategorik hatalardan biri de, Batılı demokrasinin tek doğru ve gerçek demokrasi olduğuna inanmaları. Her devletin, toplumun rahat edebileceği kendi demokrasi tasarımını geliştirebileceğine inanıyorum. Bu açıdan bakarsak, Bosna-Hersek hiçbir zaman bütünüyle Batı olmayacak. Muhtemelen Batı Demokrasisi dediğimiz demokrasiden farklı bir sistem geliştirecek. İstikrar, gelişme ve refah getiren bir tasarımla Batılı kurumların bir parçası olabilir. Bunun için kendine özgü bir hukuk devleti formu bulabilir. Bu cümledeki vurgu "bir" kelimesindedir. Bunun mutlaka Batı tipinde bir hukuk devleti olması gerekmez. Tüm yurttaşları kapsayan ve destekleyen bir sistem. Tüm yurttaşlar dediğimde de yalnızca Dayton Anlaşması’nda anılan yurttaşlardan bahsetmiyorum. Tümünden söz ediyorum.  

Batı kendi sisteminin herkes için en doğru olan sistem olduğundan fazla emin. Fakat tarihi ve gelişmeleri de göz önünde bulundurmalıyız. Bizim demokrasimiz bir gecede olmadı, çok büyük savaşlar, değişimler ve gelişmeler yaşadık. Bu noktaya gelmesi 300, hatta 400 yıl aldı. Halen pek çok kusuru var. Bu da çok iyi bir şey. Bu sistem nihayet bizim için çalışmaya başladı, çünkü kültürümüz, arka planımız, ortak tarihimiz ve daha başka müştereklerimiz var. Bunu başka kültürlerden ve devletlerden bekleyemeyiz, bir gecede bunu alıp kendilerine uydurmaları beklenemez. Kurallarımızı ve değerlerimiz, kendi kültürlerimiz ve dinlerimiz üzerine kurulu hukuk devletimizi başkalarına empoze edemeyiz. Bu kibirli bir yaklaşım. Bosna Hersek gibi ülkeleri kendi yapılarını ve tasarımlarını oluşturmaları konusunda teşvik etmeliyiz. Hatalar yapmalarına izin vermeli ve bu hataları yine kendi yöntemleriyle telafi etmelerine destek olmalıyız. Bizim kuşağın, Bosna-Hersek’te yeni bir savaşa tanık olacağından eminim. Tüm uluslararası toplum bunu böylece görmesine rağmen bu olasılık sürüyor. Savaşı desteklemek mümkün değil, çünkü savaş hayatların kaybolması demek ve hiçbir sorunu da çözmüyor. Fakat yalnız başarılara odaklanarak ve hataları görmezden gelerek uluslararası toplum Bosna-Hersek’in gelişmesine ve kendi hatalarından ders almasına engel oluyor. 
Gerçek demokrasi muhtemel hataların yapılmasına olanak tanıma yetisine sahiptir, kusurlu yapılara izin verir. Elbette demokraside her bir bireyin söz hakkı olmalı, siyaseti ve devletin tasarımını etkileyeceği yollar olmalı ve bu yolları bilmelidir. Fakat tarih bize bugün bile farklı bir çok form olduğunu, her devletin kendi formlarını yarattığını gösteriyor. Bu nedenle Bosna-Hersek’in de kendi yolunu bulmasına meydan vermeliyiz, hukuk devletinin olduğu, insan haklarına, ifade özgürlüğüne, müzakereye, katılıma, inançlara, başka gruplardan insanların adil eğitim ve iş olanaklarına sahip olmalarına saygı duyulan bir form gelişecektir orada. Ama belki de bu düşünce bile fazla Batılıdır. Dediğim gibi yapılması gereken, Bosna-Hersek’in kendi yolunu bulmasına zaman ve fırsat tanımak. 

- Bosna-Hersek’te yaşanan ve travmaları onarılmamış savaş yalnız Türkiye değil Körfez ülkeleri tarafından da hayli istismar edildi. Çünkü Batı’nın korkunçluğuna dair en yeni örnekti. Müslüman ve kurban kimliğinin Bosnalı Müslümanların siyasi kimliklerinde ne kadar belirleyici olduğunu düşünüyorsunuz? Bugüne kadar pek çok kez, Bosnalı gençlerin cihatçı örgütlere katıldıklarını gördük. İslamcılık’ın Bosna’yı kendisine Batı sınırı olarak belirlediği söylenebilir mi? 

Bu konuda endişelenmemiz gerektiğini düşünmüyorum. Ama elbette meselenin detaylı bir şekilde araştırılması gerekir. Bu benim uzmanlık alanım değil, ama düşüncem şu. İslamcılık ve Müslümanlık arasında pek çok farklı duruş olduğu gibi, aşırılığın da çeşitli aşamaları var. Ne Boşnak siyasi elitler ne de halk Batı ile İslam dünyası arasında sınır oluşturmak gibi bir arzuya sahip değiller. Üzerinde uzlaştıkları önemli konulardan biri çok kültürlülük. Boşnaklar daha fazla çoğulculuk ve daha az bölünmüşlük için mücadele ediyorlar. 
Öte yandan Körfez ülkelerinin Bosna-Hersek’te kendi insanları için kapalı siteler yaptıklarını ve yatırımlar gerçekleştirdiklerini de biliyoruz. Bosnalılar şimdiye kadar bu durumdan memnunlardı. Fakat aynı zamanda Boşnakların ya da diğer etnik grupların İslam merkezli bir hukuk düzeni istediklerini sanmıyorum. Müslüman Boşnakların kendilerini Hıristiyan Batı’nın kurbanı olarak gördüklerini de sanmıyorum. Müslüman kökleriyle bağ kurmak istiyorlar ve bu nedenle Türkiye’yle ilişkilerini güçlendiriyorlar, fakat bunun Bosna-Hersek’i Batı’nın Müslüman sınırı olarak konumlamak anlamına geleceğini sanmıyorum. AB ve NATO ile ilgili duyguları "kurban edilmişlik"ten çok, hayal kırıklığı. Bu hem siyasi elitler hem de halk için geçerli. Görüşme yaptığım Boşnakların tamamının yüzleri Körfez ülkelerine değil Batı’ya dönüktü. Fakat AB’nin hal-i-hazırdaki ilgisizliği Bosna-Hersek’in yeni müttefik arayışına girmesine neden oluyor. Yüzlerini daha çok Türkiye’ye dönüyorlar. 

PUTİN – ERDOĞAN İLİŞKİSİ BOSNA-HERSEK'İ NASIL ETKİLER?

-Sorunun diğer tarafında da Rusya var ve Rusya’nın etkisi giderek daha da artıyor. Putin’in Bosnalı Sırplara olan ilgisi Erdoğan’ın Müslüman Boşnaklara olan ilgisini andırıyor. Bu iki lider arasındaki dostluğun Bosna-Hersek’in hayrına olduğunu düşünüyor musunuz? 

Konuyu ilginç bir şekilde ifade ettiniz. Bu ilişki henüz çok yeni ve nasıl gelişeceği konusunda fikir yürütmek çok zor. Putin ve Erdoğan uzun yıllar boyunca aynı tarafta değillerdi. Bunun sebebi de AB, NATO ve ABD konusundaki fikir ayrılıklarıydı. Ama başka bir sebep daha vardı, o da Orta Doğu, uluslararası meseleler ve Balkanlar konusundaki görüş ayrılıkları. Karşılıklı olarak pozisyonları değiştikçe ilişkilerini güçlendirmek için daha fazla gerekçe buldular. 
Fakat liderleri yakınlaştıran bu ilişkilerin Bosna-Hersek’e ya da bölgeye daha fazla istikrar getireceğinden emin değilim. Karamsar bir insan değilimdir, ancak Bosna-Hersek’i oluşturan üçü ana grup arasındaki ayrılıklar çok derin ve bu iki lider arasındaki yakınlık sorunları çözmeye yetmeyecektir. Rusya Sırp Cumhuriyeti’nin siyasi elitlerine ve lideri Dodik’e arzu ettikleri her şeyi önerebilir, fakat Rusya’nın buradaki durumla ilgili duruşu değiştiğinde Dodik ve arkadaşlarının yön değiştireceklerini sanmıyorum. Dodik, Putin’i ve Rusya’yı kendi müttefiki olarak görüyor, ama onlarla ittifak kurmadan önceki yolundan da dönmüş değil. Sırp siyasi elitler ellerinde bir güç bulunduruyorlar ve bu güçle Bosnalı Sırpların ayrı bir devlet kurma arzularını ve diğer etnik gruplara karşı hınçlarını besliyorlar. 
Rusya ve Türkiye, birlikte bölgeye daha fazla istikrar getirebilseler ne güzel olurdu. Ama Bosna-Hersek’teki siyasiler istikrar arzu etmedikçe bunu kimse yapamaz. Araştırma raporumda da yazdığım gibi, Bosna-Hersek’te çıkacak bir savaş kimsenin yararına olmaz. Ne Rusya’nın, ne AB’nin, ne de Türkiye’nin böyle bir savaşa finansal ya da askeri olarak hazır olduklarını düşünüyorum. Fakat siyasi elit ne istiyorsa onu yapacaktır. 
Rusya ve Türkiye ile gelişen ilişkiler, Bosna-Hersek için yeni ekonomik olasılıklar da doğurabilir, ama bu ancak tüm tarafların bundan pay olmasıyla mümkün. Bu ekonomik olanaklar ülkeye yeni bir istikrar da getirebilir hatta belki çıkması muhtemel savaşı da durdurabilir, kalıcı bir barışa zemin oluşturabilir. Fakat bunlar yalnızca olumlu olasılıklar. Bosna-Hersek’in en büyük sorunları genç işsizliği, finans, istihdam ve eğitim. 

"PUTİN İTİBAR İSTİYOR"

- İlk bakışta Sırbistan’ın, Sırbistan’ın Sırp Cumhuriyeti lideri Dodik’i izlenimi doğuyor. Fakat Putin, muhaliflerinin Dodik’i ve kendisini Slav milliyetçiliği ile suçlamasını umursamıyor. Rusya, Sırp Cumhuriyeti için ne ifade ediyor? Bu küçük cumhuriyet Putin için neden bu kadar kıymetli? Mesele yalnızca boru hatları mı? 

Bu noktada son derece büyük bir belirsizliğe temas ediyoruz. Yalnızca tahmin yürütebiliriz. Her şeyden önce, Batı olarak farkında olmadığımız bir şeyin artık farkına varmak zorundayız. Rusya, Ruslar, Rus siyasi eliti ve Putin bizden farklı düşünüyorlar. Dünyayı farklı bir şekilde görüyorlar ve kendilerini de dünyada farklı bir şekilde konumlandırıyorlar.

Balkanlardaki boru hattı projeleri Putin için çok önemli, çünkü Rusya oradan önemli bir gelir elde edecek. Putin’in Sırp Cumhuriyeti’yle bu kadar ilgilenmesinin pek çok sebebi olabilir. Birincisi NATO ve AB karşıtlığı olsa gerektir. Putin NATO’yu ve AB’yi Rusya etrafında oluşturmak istediği tampon bölgeden uzak tutmaya çalışıyor. Bugüne kadar bu siyaseti başarılı bir şekilde izledi. Etrafındaki tüm ülkelerle ve siyasetçilerle aynı noktadan iletişim kuruyor. Bu duruşu ve yaptığı ittifaklar ona daha fazla uluslararası ve bölgesel güç kazandırıyor.

İkincisi de ekonomik meseleler. Boru hatları önemli ama başka konular da var. Rus siyasi eliti ve özellikle Putin kendi yurttaşlarının sosyo-ekonomik durumunu iyileştirme ihtiyacında. Balkanlara mal satmak büyük miktarda para getirmiyor, ama Rusya’nın uluslararası nüfuzunu ve gücünü artırıyor. Ayrıca Putin’e uluslararası meselelerde söz hakkı sağlıyor. Pek çok vakada gördüğümüz gibi boru hatları ve enerji kaynakları önemli bir manivela oluşturuyor. 
Üçüncü mesele ise meşruiyet meselesi. Evdeki sosyo-ekonomik durumu unutmayalım, bu Putin’e oluşturduğu rejim için meşruiyet üretme ihtiyacı olarak dönüyor. Slavik olduğu söylenen erkek ve kız kardeşleri destekleyerek Putin ve siyasi eliti, evde daha çok onay alıyor ve meşruiyet kazanıyorlar. 

Dördüncü bir mesele daha var. Anlaşılması zor ama akılda tutulması gerekiyor. Bu da tarihsel öykü. Perestroika’dan bu yana Rusya, Batı karşısında kendini yenik hissediyor. Batı’yla yaptığı müzakereler, Yugoslavya meselesi ve nihayet Bosna-Hersek’teki savaş bu duyguyu daha da büyüttü. Rusya’da, Batılıların asla ciddiye almadıkları güçlü bir duygu var, insanlar eskiden beri Batı’nın kendilerine çocuklarmış gibi ve ciddiye almaksızın tavır geliştirdiğini düşünüyor. Sırp Cumhuriyeti örneğinde Putin ve Rusya dikkate değer bir uluslararası güç olarak ciddiye alınma taleplerini bildiriyorlar aslında. 

Bütün bunlar, Rusya’nın Balkanlarda daha fazla nüfuz edinme isteğini besliyor, çünkü Balkanlar uluslararası toplumda ve AB’de daha etkin olmasını sağlayacak. Sırp Cumhuriyeti güç gösterisinde bulunmak için mükemmel bir yer. Rusya, burası üzerinden ekonomik ve siyasi gücünü AB’ye ispatlayabilir. Oraya yaptığı yatırım küçük ama geri dönüşü büyük oluyor. Ayrıca Rusya’nın dünya tarafından ciddiye alınmak ve bunun için farklı alanlarda etkinlik göstermek gibi bir derdi olduğuna da inanıyorum. 
Bosna-Hersek’te etnik kimlik dinle de ilişkili. Şimdi size Bosnalı bir erkekten alıntı yapacağım. Kendisi 20 yaşına kadar hiç camiye gitmemiş, hiç Kur’an okumamış, ama bir gün kurşunlanmış. Sonrasında da dindar olmuş. Ne için öldürüleceğini bilmek istediği için dindar olduğunu söyledi bana. Savaş esnasında insanlar dinlerinden dolayı öldürüldüler, ibadetlerini yerine getirmeseler bile. Boşnak’san Müslüman’sın demekti. Boşnak ve Müslüman olduğun için öldürülüyordun. O çatışmanın sebebi asla dini değildi, bazı siyasilerin güç arzularından, finansal çıkarlardan, toprak isteğinden ve kişiliklerinden kaynaklanıyordu. Din, halkı diğerlerine karşı harekete geçirmenin ve şiddetin meşrulaştırılmasına yarıyordu. Çatışmalar, savaşlar hep bu yüzden çıkar. Belli kişiler daha fazla güç isterler ve bunun için çatışma çıkartırlar. Bosna-Hersek’te de din motivasyonlardan biriydi ama tek unsur değildi. 

RUSYA'NIN İHTİRASI, BATI'NIN KİBRİ

- Son olarak, Rusya’nın siyasi projesi nedir? AB ya da daha genel anlamda Batı, en azından söylemsel düzeyde özgürlük ve insan hakları, hukuk devleti ve ekonomik öngörülebilirlikten söz ediyor. Rusya ne öneriyor? Rusya tarafından üretilen siyasi güçle, Batı tarafından üretilen siyasi güç arasında nasıl bir fark var? 

Bu, araştırılmaya muhtaç bir konu. Özünde, daha önce de dediğim gibi, Rusya’nın dünyanın geriye kalanı tarafından ciddiye alınma arzusu var. Bunun için uluslararası gücünü artırmak, hem içerde hem dışarıda gücünü meşrulaştırmak istiyor. Bu da evinde ekonomik büyümeyi sağlamakla mümkün. Bu noktaların büyük bölümü hem AB’yle hem de dünyadaki diğer devletlerle ortaklık gösteriyor. Ekonomik büyüme, güvenlik, istikrar, uluslararası itibar, nüfuz, siyasi meşruiyet. Fakat her devlet bu amaçlara farklı yollarla ulaşır. Rusya Batı’nın kibirli olduğunu düşünmekte ve söylemekte haklı. Çünkü Batı, başkalarından kendi demokrasisini kopyalamalarını istiyor. Rusya ise başarı ve farklı siyasi yapılar için Batı’nınkinden daha gerçekçi siyasi yapılar öneriyor. 

Rusya tarafından üretilen siyasi gücün gösterdiği farklılık çok enteresan. Raporumda da belirttiğim gibi, Rusya Bosna-Hersek’te belirli çıkar ve nüfuz alanlarına odaklanmış durumda. Her bir örnekte ve bağlamda yine böyle yapıyor. Her örnekte çıkarları farklılaşıyor, ama Rusya da zayıflıklarını değil yalnızca gücünü görüyor. Müdahil olduğu konular ve öyküler benzerlik taşıyor. Kırım’a bakalım mesela. 2007’de Putin Russkiy Mir adlı bir kurum oluşturdu. Bu kurumun görevi Rusya dışında yaşayan Rusların dillerini ve kültürel mirasını koruma altına almaktı. Bu adım uluslararası tepkilere neden oldu, eleştirinin nedeni ise Rusya’nın başka egemen devletlerin içinde küçük Rusyacıklar oluşturmak istiyor olabileceğiydi. Fakat çok da üzerinde durulmadı. 2008’de Rusya Abhazya ve Güney Osetya’ya müdahale etti. İlk uluslararası tepkiler olumluydu, tarafları çözüme ve müzakereye çağırıyordu. Ne var ki, bu durum hızla dondu ve tek bir gelişme bile olmadı. Friedman (link: https://www.theatlantic.com/international/archive/2014/03/putins-playbook-the-strategy-behind-russias-takeover-of-crimea/284154/.) böyle diyor. 2014’te Rusya Kırım Yarımadası’nı ilhak etti. Bu bir çok devlet görevlisine, akademisyene ve siyasi danışmana göre bir dizi gerginliğin artması için yapılmış açık bir provokasyondu. Önceki başarılarına dayanarak Rusya tüm riskleri ve sonuçları doğru hesaplamıştı, başka herhangi bir çatışma çıkmayacağını öngördü. Tamam bazı zorlayıcı ekonomik ambargolarla karşı karşıya kaldı, ama başka da bir şey olmadı. Burada Rusya’nın kimi suları nasıl test ettiğini görüyoruz; izliyor, hesaplamalarını incelikle yapıyor, başarılabilir yeni hedefler buluyor ve provokasyonlarının dozunu buna göre hesaplayarak artırıyor. 
Peki Rusya ne ihraç ediyor ya da ne öneriyor. Batı demokrasisinin alternatifini ihraç ediyor, farklı gündemi olan bir uluslararası süper güç ihtimalini ihraç ediyor. Batı’ya alternatif bir güç arayışıyla ilgilenenlere öneriyor bunu. Yenilerde Zizek’in "Umutsuzluğun Gücü" kitabını okudum. Diyor ki, evrensel insan, Batılı insan hakları kavramlarıyla tanımlanıyor. Bu konuda haklı. Biz Batı’da haklı olduğumuzu düşünüyoruz, bizim hukuk devleti tanımımızın en iyi ve en doğru olduğuna inanıyoruz. Bizim tarif ettiğimiz insan haklarının herkes için geçerli olmasını istiyoruz. Ekonomik sistemimizin de en iyisi olduğu kanaatindeyiz. Fakat bu gerçekten doğru mu? Kültürler farklı, zamanlar farklı, koşullar ve coğrafyalar farklı. Bu farklılıklar beraberinde farklı yönetim biçimlerini de getiriyor. Putin’in ne ihraç ettiği sorusu ancak Batı’nın doğruluğunu tartışmaya açarak cevaplanabilir. Ve böyle bir çabaya sonuna kadar varım. Putin, Batı’nın ihraç ettiği ürünün herkes tarafından istenip istenmediği sorusunu soruyor. Bakalım bu ürün her toplumda çalışır mı? 
Fakat bir yandan da Rusya’nın kendini fazlaca merkeze koyan, egoist bir siyaseti var. Kendi uluslararası pozisyonunu güçlendirmek ve NATO ve AB ile arasında tampon bölge oluşturmak, bunun için de bu kurumların genişlemelerini durdurmak istiyor. Bu da ihraç ettiği başka bir siyasi proje. Diğer tarafların taleplerini ve beklentilerini hesaba katmıyor. Bosna-Hersek buna çok iyi bir örnek. Dodik’i cesaretlendirerek kendisinin AB ve NATO karşıtı pozisyonunu sağlama alıyor. Bosna-Hersek federasyonu bu siyasetten zarar görebilir. Keza AB ve NATO da. Rusya Batı karşıtı negatif düşünceleri cesaretlendirme gücüne sahip. Fakat bunun sonucu etnik gruplar arasında yeni çatışmalar çıkması olabilir. Bir anayasa yapılması imkânsız hale gelebilir. Bosna Hersek ve Sırp Cumhuriyeti arasındaki ilişkiler daha da kötüleşebilir. 

Not: Hans van den Berg, yazılı sorulara verilmiş yazılı cevaplardan oluşan bu söyleşiye çok vakit ayırdı. Öyle ki bu son soruyu, daha sonra katıldığı bir seminerde, kendisinin de hocası olan Prof. Voorhoeve’ye iletti. Rusya ne öneriyordu dünyaya? Yazdığı e-mailde Prof. Joris Voorhoeve’den aktardığı cevap şu: 

"Rusya kendi ülkesi dışında yalnızca liberal düzeni ve değerleri kesintiye uğratmaya odaklanıyor. Örneğin milliyetçi partilere destek vererek liberal düzenin elitlerini ve hukuk devletini rahatsız edecek gelişmeleri tetikliyor. Bu yolla uluslararası ayrışmayı teşvik ediyor."

Öne Çıkanlar