'Soma'dan bu yana tüm iş kollarında 26 Soma katliamı yaşandı'

'Soma'dan bu yana tüm iş kollarında 26 Soma katliamı yaşandı'
Türkiye’nin yıkıcı bir krizle karşı karşıya kaldığını belirten DİSK Genel Başkanı Çerkezoğlu, krizden çıkış için servet sahibi yüzde 1’in değil, yüzde 99’un korunması gerektiğini söylüyor.

Filiz DENİZ

ARTI GERÇEK- ‘Nasıl bir baskı ortamı kurulursa kurulsun, her türlü muhalefet susturulmaya çalışılırsa çalışılsın bu ülkede her şeye rağmen direnenler var ve bitmiyor, bitirilemiyor’ diyen DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu, Türkiye’nin içinde bulunduğu karanlıktan mutlaka çıkacağına inanıyor. Yaşanan sürecinin ‘demokrasi işçinin ekmeğidir’ sözünü tekrar tekrar doğruladığına dikkat çeken Çerkezoğlu’yla ekonomik, siyasi ve toplumsal krizleriyle günümüz Türkiyesi'ni ve çıkış yolunu konuştuk.

Resmi rakamlara göre Türkiye’de işsiz sayısı 4 milyon civarında. Rakamlar işsizliğin çığ gibi büyüdüğünü gösteriyor. Siz de geçenlerde yaptığınız bir konuşmada buna dikkat çekiyor ve ‘ekonomik krizi çok ciddi bir biçimde işsizlikle ve işten atılmalarla yaşıyoruz’ diyordunuz. Ekonomik krizin aşılacağına dair umudunuz var mı? Yoksa kimi uzmanların uyardığı gibi kriz daha da mı derinleşecek?

Krize dair bir çözüm üretmek için öncelikle krizin varlığını kabul etmek gerekiyor. Ancak bugün bu ülkeyi yönetenler 'kriz miriz yok' diye ısrar ediyor, sorunun varlığını kabullenmiyor. Çözüm üretebilmek için öncelikle sorunu kabul etmek ve adını doğru koymak gerekir. Bugün Türkiye'de bir ekonomik kriz var. Her gün çarşıda pazarda, markette karşılaştığımız zamlarla, kabaran faturalarla ve rekor üstüne rekor kıran işsizlikle, daralan sanayiyle, hem günlük yaşamda hem de ekonomik verilerde giderek yıkıcılığını daha fazla hissettiren bir kriz ile karşı karşıyayız.

BU KRİZ ÜLKEYİ YÖNETENLERİN KRİZİ

Sorunu kabul ettikten sonra nedenine dönüp baktığımızda, yıllardır bu ülkeyi yönetenlerin, onların politikalarının, ekonomik tercihlerinin ortaya çıkarttığı bir kriz olduğunu söylememiz gerekmektedir. Yıllardır bu ülkeyi yönetenlerin yarattığı, tümüyle borçlanmaya dayanan, dışarıdan sıcak para akışına dayanan, ama aldığı borcu da betona gömen, borçlanmayla tüketime dayanan bir ekonomik modelin krizini yaşıyoruz. Özelleştirmelerden tarımın çökertilmesine kadar her türlü politikalarıyla bu ülkenin iğneden ipliğe dışa bağımlı hale getirilmesinin krizini yaratıyoruz. Krizden çıkış da ancak ve ancak bu politikaların eleştirisi biçiminde söz konusu olmalıdır. Aksi durumda, bu politikalarda ısrar ederek, bu politikaların yarattığı sorunları yok sayarak, sadece kriz daha da derinleştirilmiş olur ve bugüne kadar gördüğümüz o ki, ülkeyi yönetenlerin eğilimi bu yönde. .

Ekonomi ne zaman krize girse sonuçları emekçiler açısından ağır olıyor. Bedeli işçiler, emekçiler, yoksul halk kitleleri ödüyor! Bu nedenle kriz dönemlerinde emekçiler ve sendikal hareket üzerindeki baskılar daha da artıyor. Sendikal harekete yönelik baskılar ve engellemeler konusunda son durum nedir?

Ekonomik krizin faturasının krizin sorumlularına değil de emekçilere kesilmesi, enflasyon, pahalılık ve işsizlik; sorunları daha da ağırlaştırmaktadır. Yüzde 1’i korumak adına bedeli yüzde 99’a ödetmeye yönelik politikalar doğrultusunda elbette ki sendikal haklar da payını almaktadır. Grev yasaklamakla, işçilerin anayasal hakları olan grev ve toplu sözleşme düzenini fiilen yok etmekle övünebilen bir Cumhurbaşkanı ve bir siyasi irade ile yönetilen ülkemizde zaten oldukça sorunlu ve kısıtlı olan sendikal haklar tümden ortadan kaldırılmaktadır.

HAKKINI ARAYAN İŞÇİ DEVLETİN ŞİDDETİYLE KARŞILAŞIYOR

Çalışma yaşamının en büyük sorunlarından biri olan sendikal nedenli işten çıkarmalar daha da fazla karşımıza çıkmaktadır. Örgütlenme hakkının önündeki büyük bir engel olan sendikal barajların üzerine bir de işten çıkarmalar eklenmekte, Anayasal bir hakkın gaspı ülkeyi yönetenler tarafından sadece izlenmektedir. Bunun da ötesinde, yeni havalimanı inşaatında gördüğümüz gibi, örgütlenerek hakkını arayan işçiler devletin şiddeti ile gözaltılar ve tutuklamalar ile karşı karşıya kalmaktadır. En genel olarak yeni rejimde kararların giderek tek kişide toplanması, sorunların çözümünü ve işçilerin hak aramasını daha da zorlaştırmakta iken, faturanın emekçilere kesilmek istendiği bir kriz sürecinde hakları sokakta, meydanda, mahkemede veya mecliste savunmak ve geliştirmek daha da güç hale gelmektedir.

İşsizliğin yaratacağı toplumsal tahribatı önlemek için güçlü sosyal politikalara ihtiyaç var. İşsizliğin azaltılması ve istihdamda kalıcı ve güvenceli artış sağlanması için önerileriniz neler?

İşsizlere iş yaratmayan, kadınların istihdama katılımının önündeki engelleri kaldırmayan ekonomik büyüme masallarının sonuna geldik. İşsizliğin azaltılması ve istihdamda kalıcı ve güvenceli artış sağlanması için sosyal politikaların hayata geçirilmesi şarttır. Yaşadığımız ekonomik krizin en önemli sonucu artan işsizlik. O nedenle toplu işten çıkarmalar yasaklanmalıdır. "Herkesin çalışması için, herkesin daha az çalışması" ilkesi doğrultusunda haftalık çalışma süresi gelir kaybı olmaksızın 37,5 saate, fazla mesailer için uygulanan yıllık 270 saat sınırı, 90 saate düşürülmelidir. Kalıcı ve güvenceli istihdamdan bahsediyorsak KHK ile yapılan ve başından itibaren bir eşitsizlik ve adaletsizlik yaratan taşeron işçilerin kadroya alınmasında yaşanan ayrımcılıktan bahsetmeden olmaz. Kamu işçisi olarak kadroya alınmayıp belediye şirketlerine geçirilen taşeron işçiler büyük bir mağduriyet yaşamaktadır. Bu adaletsizlik ortadan kaldırılmalı ve bu işçiler kamu işçisi olarak kadroya alınmalıdır. Kamuya ve belediye şirketlerine geçirilen taşeron işçilere ikinci sınıf işçi muamelesi yapılmasından vazgeçilmelidir.

İŞSİZLİK FONU SERMAYE İÇİN DEĞİL İŞSİZLER İÇİN KULLANILMALI

Enflasyon yüzde 20’lerde iken 4+4 zam uygulanmasına son verilmeli, kamuya ve belediye şirketlerine geçirilen işçilerle aynı işi yapan işçilere eşit ücret verilmeli ve özgür toplu sözleşme hakları tanınmalıdır. Güvenceli istihdamın en güçlü teminatı sendikalı çalışmaktır, bu nedenle sendikal nedenli işten çıkarmalara karşı iş güvencesi yaptırımları güçlendirilmeli ve işler hale getirilmelidir. İşsizler için de koruyucu sosyal politikalar hayata geçirilmelidir. İşsizlik Sigortası Fonu siyasal iktidarın arpalığı olmaktan çıkarılmalı, bu fon sermaye ve bankalar için değil işsizler için kullanılmalıdır. İşsizlik sigortasından yaralanmak için son üç yılda 600 gün olan yararlanma koşulu 180 güne indirilmeli ve işsizlik ödeneklerinin miktar ve süresi uzatılmalıdır. İşverenin ödeme güçlüğü çektiği durumlarda devreye giren Ücret Garanti Fonu uygulaması da iyileştirilmeli, işçilerin en az altı aylık ücret alacakları ve tüm diğer alacakları güvence altına alınmalıdır.

Ölümlü iş kazası ve meslek hastalığı oranları bilinenden ve resmi rakamlardan daha yüksek. DİSK olarak ne gibi çalışmalar yapılmakta? Gerçek veriler hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Ülkemizde işçi sağlığı ve iş güvenliği alanı çökmüş durumdadır. 2014 yılı Mayıs ayında Soma’da 301 maden işçisini yitirdiğimiz katliamın ardından ülkeyi yönetenler "Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak" demişti ancak o günden bugüne tüm iş kollarında 26 Soma katliamı yaşandı, yüzlerce işçi arkadaşımızı iş cinayetlerinde yitirdik. İş cinayetlerinin ötesinde, maluliyetler ve yaralanmalar gündem dahi olamıyor, meslek hastalıkları ise kayıtlarda bile yok. İşçinin sadece ve sadece bir üretim aracı olarak görüldüğü, işçilerin yaşamının bir kazmanın sapıyla, makinenin bir dişlisiyle hiçbir farkının olmadığı bir düzenin tehdidi ile karşı karşıyayız.

2018’DE 1797 İŞÇİ ÇALIŞIRKEN HAYATINI KAYBETTİ

DİSK İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği alanını temel bir mücadele ve örgütlenme alanı olarak görmektedir. Bu konuda yıllardır üyelerimize eğitimler vermekte ve işyerlerinde bu alanda karşılaşılan sorunlara dair mücadele stratejileri geliştirilmeye çalışılmaktadır. DİSK, bu alanda gerçeğe en yakın verileri derleyen İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi'nin çabalarını da desteklemektedir. Ülkemizde meslek hastalıkları sistematik bir çaba ile görünmez kılınmıştır ve kağıt üzerinde neredeyse "yok"tur. Ölümlü iş kazaları açısından da İSİG Meclisi'nin verileri gerçeğe en çok yaklaşan verilerdir. Bu verilere göre 2015’te 1730, 2016’da 1816, 2017’de 2006, 2018’de 1797 işçi arkadaşımızı çalışırken yitirdik. DİSK, işçilerin çalışırken ölmemesi için, hastalanmaması için, sağlıklarını kaybetmemeleri için alınması gereken üç acil önlemi hemen her platformda ifade etmekte ve savunmaktadır. Birincisi, işçi sağlığı ve iş güvenliği alanı, ilgili meslek örgütleri, sendikalar ve üniversitelerin katılımıyla oluşturulan tümüyle özerk-demokratik bir kurumsal yapılanmaya kavuşturulmalıdır. İkincisi, taşeron çalıştırma başta olmak üzere her türden güvencesiz çalışma biçimine son vermek şarttır. Üçüncüsü, sendikal örgütlenmenin önündeki engellerin kaldırılması şarttır. En önemli denetim içsel denetimdir ve işçi sağlığı ve iş güvenliği alanını temel örgütlenme alanı olarak ele alan sendikaların işyerlerinde örgütlülüğü hayati önemdedir.

Geçen yıl enflasyonun yüzde 20.30 olduğu açıklandı! 2019 yılı içinse yüzde 16 oranında enflasyon bekleniyor! Kimi ekonomistler ise hem geçen yıl için hem de bu yıl için açıklanan rakamların gerçeği yansıtmadığını iddia ediyor. Sendika olarak sizin elinizde farklı rakamlar var mı?

Asgari Ücret Tespit Komisyonu, 2019 için asgari ücreti 2 bin 20 lira olarak belirledi. Bu ücretle geçinmek mümkün mü? Devletin tüm kurumları gibi istatistik kurumunun da verilerinin güvenilirliği son dönemde çok sarsıldı. Ancak yine de o verilerle bakınca bile yoksullaşmanın, gösterilmek istenenden çok daha ağır olduğunu görebiliyoruz.

ASGARİ ÜCRET YAŞANABİLİR BİR ÜCRET DEĞİL

Özellikle emekçiler açısından, dar gelirliler açısından, tüketimimizin büyük bölümünü oluşturan kalemlere baktığımızda çok daha ağır bir tablo ile karşılaşıyoruz. Ana harcama grupları arasında gıda enflasyonu yüzde 31’e, ev eşyası enflasyonu yüzde 29’a yükseldi. Elektrik ve doğalgaz fiyatlarındaki artış ortalama enflasyonun çok üzerinde gerçekleşti. TÜİK’e göre elektrik fiyatları 2018 yılında yüzde 45 oranında arttı. Doğalgaz fiyatlarındaki artış ise yüzde 31 oranında gerçekleşti. Ücretiyle geçinenlerin çok büyük bölümünün ana harcama kalemleri bunlar ve bunlardaki enflasyon TÜİK’e göre bile yüzde 20.30’un çok çok üzerinde. Böylesine bir hayat pahalılığı karşısında, 2019 yılı için belirlenen asgari ücretin geçim ücreti olmaktan çok uzak olduğu açık. Bunu da TÜİK verileriyle tespit edebiliyoruz. Bilindiği gibi TÜİK Asgari Ücret Tespit Komisyonuna her yıl bir işçinin geçimi için gerekli harcamalara ilişkin asgari tutarı hesaplayıp sunmaktadır. Bu yıl TÜİK tarafından verilen rakam 2213 TL iken, Komisyon bu rakamın altında bir rakamı asgari ücret olarak belirlemiştir. İlgili yasada asgari ücret, "İşçinin gıda, konut, giyim, sağlık, ulaşım ve kültür gibi zorunlu ihtiyaçlarını günün fiyatları üzerinden asgari düzeyde karşılamaya yetecek ücret" olarak tanımlanmış. Yani belirlenen rakam, yasada tarif edilen asgari ücret tanımına dahi uygun değildir. Kısacası 2019 asgari ücreti yaşanabilir bir ücret değildir.

Türkiye’nin genel ekonomik durumunun gittikçe kötüleştiğini ve hükümetin bu yüzden seçim sonrası IMF ile görüşeceğine dair iddialar var. Siz bu olasılık üzerinden neler söyleyebilirsiniz?

Burada temel mesele kriz sürecinde kimin korunacağıdır; sermayenin mi, işçilerin mi? Bu fırtınalı ortamda yüzde 99’un mu yüzde 1’in mi korunacağı üzerinde duruyoruz biz. IMF politikaları genel olarak sermayenin ve yüzde 1’in korunmasına dayalı, faturayı geniş emekçi kitlelere kesen politikalardır. Bu noktada bugüne kadarki gelişmelere baktığımızda hükümetin politikaları da bu yöndedir. Yarın IMF ile bir anlaşma olur ya da olmaz, IMF’li ya da IMF’siz, ama bugün zaten fiilen sürdürülen, ısrar edilen politikalar emekçiler açısından aynı yöndeki politikalardır. Verginin tabana yayılması adı altında vergi adaletsizliğinin derinleştirilmesinden, emeklilik hakkının gaspına kadar bugün karşımıza çıkan tüm politikalar zaten IMF politikalarıdır. IMF’li veya IMF’siz, ülkeyi yönetenlerin ekonomik tercihleri sermayeyi korumayı, faturayı emeğe kesmeyi temel almaktadır.

Öte yandan işsizlik verileri kadınlar açısından da çarpıcı sonuçlara işaret ediyor. Verilere göre genç kadınlar arasında işsizlik oranı yüzde 28 dolayında. Bir kadın sendikacı olarak siz bu sonuçları nasıl yorumluyorsunuz?

Özellikle krizde fatura ilk olarak kadınlara kesiliyor. Bunu işsizlik verilerinden de izleyebiliyoruz. İşsizlik en çok genç kadınları etkiliyor. Özellikle kentlerdeki 3 genç kadından biri işsiz. Son bir yıl içinde işsizlikteki en yüksek artış genç işsizliği ile genç kadın işsizliğinde yaşandı.

Kriz dönemlerinde işten çıkartmalar söz konusu olduğunda ilk olarak kadınlar seçilmektedir. Bu bir kader/fıtrat değildir. Kadın işsizliğini önlemenin yolları bellidir. İşgücü piyasalarındaki cinsiyetçi uygulamalara son verilmeli, ev içi bakım hizmetleri devletin gereken nitelikli, yaygın ve ücretsiz bakım hizmetlerini sağlamasıdır.

Cumhurbaşkanı Erdoğan gıda fiyatlarındaki artıştan yakınanlara yönelik, "Ne diyorlar? Domates, patlıcan, patates, sivri biber' diyorlar; Düşünün, bir merminin fiyatı nedir?" diye soruyor ve "Afrin'de leblebi, çekirdek mi kullandık?" diye soruyor. Bu açıklamayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Neoliberal politikalarla tarımın çökertildiği, Türkiye’nin en temel gıda maddelerinde bile dışa bağımlı hale getirildiği bir sürecin bedellerini ödüyoruz.

GERÇEK SORUNLAR İDEOLOJİK ÖRTÜLERİN ALTINA SIĞMIYOR

Halkın gerçek yaşamsal sorunlarını ideolojik örtüler ile örtmek giderek zorlaşıyor. Büyüyen gerçek sorunlar, ideolojik örtülerin altına sığmıyor. Öte yandan, demokrasinin, barışın ve adaletin işçinin ekmeği olduğu da daha net ortaya çıkıyor.

Bir yandan artan işsizlik derinleşen yokluk yoksulluk, diğer yandan emekçilere ve sendikal harekete karşı artan baskılar? Siz ufukta ekonomik krizin tetikleyeceği siyasi krizler bekliyor musunuz? Daha açık sorayım: Türkiye nereye doğru sürükleniyor?

Ülkenin tüm demokrasi birikiminin ortadan kaldırılmak istendiğini bir süreçten geçiyoruz. Böylesi zorlu bir süreç zaten sürekli olarak artan baskıları beraberinde getiriyor. Belki de süreklileşen ekonomik krizler süreklileşen siyasi krizler yaratıyor demek yanlış olmaz. Bu krizlerin temelinde 1970’lerin sonlarından bu yana, emeğin toplumsal, siyasal ve sendikal gücünü kırmaya dayanan sermaye politikaları yatıyor. Bu neoliberal politikalarla, uzun ve zorlu mücadelelerle kazanılmış olan toplumsal ve sendikal haklar tahrip edilirken, sömürü, eşitsizlik ve adaletsizlik derinleşirken, çalışma güvencesizleşirken, işçi sınıfının seçeneksiz bırakılması için siyasal haklar da tahrip edildi. Neoliberalizm çerçevesinde ekonomik krizleri yönetmek adına attıkları her adım, otoriter rejimlere tüm dünyada güç kazandırdı.

SİSTEM SERMAYENİN ÇIKARLARI KORUMAK İSTİYOR

Kapitalizm kendi krizini ancak tüm demokratik kazanımları tahrip ederek aşmaya yöneldi. Eşitsizliğin ve yoksulluğun derinleştiği koşullarda, otoriter baskıcı rejimler sermayenin çıkarlarını korumak için demokratik kazanımları ortadan kaldırmayı görev belledi. Irk/cinsiyet/inanç ayrımcılığını körükleyen, insanlığın ve emeğiyle yaşayanların birleşip haklarını savunmasını engelleyen siyasi liderler/partiler küresel çapta güç kazandı. İşçi sınıfı mücadeleleri ve devrimleriyle kazanılan sosyal ve sendikal haklar ve bunlara dayalı toplumsal sözleşmeler sermaye ve hükümetler tarafından yok ediliyor ve ülkemizde yaşadıklarımız da bu gelişmelerden bağımsız değil. Yani aslında ülkemizdeki rejim değişikliği akıl dışı ve tarihsel olarak miadı dolmuş bir sistemi sürdürmek için, bu sistemin ekonomik, siyasal, toplumsal krizlerini yönetmek için üretilen çözümlerden biri. Açıkçası bu çözüm toplumun ücretli, işçileşen çoğunluğunun değil sermayenin çıkarlarını korumayı hedefliyor. Ve bu hedef doğrultusunda emekçi çoğunluk açısından memleket yaşanabilir bir memleket olmaktan daha da uzaklaşıyor.

Muhalefetin özellikle de ana muhalefet partisi CHP’nin ekonomik sorunlar, grev yasakları, artan işsizlik ve yoksulluk karşısındaki tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bugün ülkemizde tüm siyasal toplumsal sorunların ekseninde iki temel süreç bulunuyor. Önceki bölümlerde de ifade ettiğimiz gibi, birincisi yaşanan derin ekonomik kriz ve bu krizin daha uzunca bir süre yaşayacağımız yıkıcı sonuçları. İkincisi de cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi adı altında, başkanlık sistemi adı altında hayata geçirilen rejim inşası. Yani tüm demokrasi birikiminin ortadan kaldırıldığı baskıcı bir siyasal süreç. Dolayısıyla ana muhalefet partisi dahil tüm muhalefet güçlerinin bu eksende emek ve demokrasi mücadelesini örgütlemesi ve bunu bir kurucu süreç olarak ele alması ülkenin geleceği açısından kritik önemdedir.

Ekonomik sorunlara, yasal sınırlamalar ve baskılara karşı çözüm olarak sendikal hareketin önerileri nelerdir? Sizce buradan bir çıkış var mıdır? Çözüm için neler yapılmalı, kim veya kimler ne tür sorumluluklar üstlenmeli?

Evet, sermayenin ve sermaye iktidarlarının krizine karşı işçi sınıfının bir çözümü var. Yaşanabilir bir ülke için emeği, demokrasiyi, barışı, laikliği temel alan; akla, bilime ve sosyal hukuk devleti anlayışına dayalı yeni bir toplumsal sözleşme şarttır.

DEMOKRASİ İŞÇİNİN EKMEĞİDİR

Bu toplumsal sözleşme esas olarak nüfusun çoğunluğunu oluşturan ve ülkenin tüm değerlerini üreten işçi sınıfının taleplerini esas almalı, toplumun sermaye ve servet sahibi yüzde 1’inin değil, yüzde 99’unun korunmasını hedeflemelidir. Ekonomik, siyasal ve toplumsal krizden çıkışın gerçekçi tek yolu budur. Türkiye içinde bulunduğu karanlıktan mutlaka çıkacaktır. Nasıl bir baskı ortamı kurulursa kurulsun, her türlü muhalefet susturulmaya çalışılırsa çalışılsın bu ülkede her şeye rağmen direnenler var ve bitmiyor, bitirilemiyor. Ve yaşanabilir bir memleketi de, demokrasiyi de, barışı da, kardeşliği de, yeni bir toplumsal sözleşmeyi de yeniden kuracak olanlar bellidir. İşçiler, emekçiler, kadınlar, gençler ve tüm direnenler bu yeniden kuruluşun öznesi olacaktır.

Son olarak; yine bir konuşmanızda, "yaşanan bu derin ekonomik krizin ve Türkiye’deki tüm demokrasi birikiminin ortadan kaldırılmasının Türkiye’de baskıcı, otoriter ve tüm yetkilerin tek bir kişide toplandığı yönetim biçiminin kurulmasının işçiler ve emekçiler açısından çok ciddi sonuçları var" diyorsunuz. Türkiye’nin ağır ekonomik sorunları ve Kürt sorununda yaşanan çatışmanın inşa edilmek istenen yeni rejimle bağlantısı konusunu biraz açabilir misiniz? Bunlar arasında nasıl bağlantılar var?

Yaşadığımız 2019’un dünyası ve Türkiyesi'nde, DİSK olarak hep söylediğimiz "Demokrasi işçinin ekmeğidir" sözü tekrar tekrar doğrulanmaktadır. Gerçekten de demokrasi olmadan emeğin hakları olmaz, emeğin hakları olmadan da demokrasi olmaz! Ve bugün Türkiye’de emeğin hakları mücadelesi aynı zamanda demokrasi, eşitlik, adalet ve barış mücadelesidir. Kürt sorununun demokratik çözümü de dahil olmak üzere, bu topraklarda yaşanan tüm siyasal toplumsal süreçlerde eşitlik, özgürlük, halkların kardeşliği, barış ve kardeşlik için mücadeleyi kararlılıkla sürdürmek gereklidir... 

Öne Çıkanlar