Türkiye ve Belçika'nın 'güvenlik kordon'ları

Bugün HDP'ye sadece Cumhur İttifakı değil, islamo-faşist despotizmine karşı çıkar görünen Millet İttifakı da utanç verici bir 'güvenlik kordonu' uyguluyor.

Güvenlik kordonu geçmiş yüzyıllarda kolera, veba gibi salgın hastalıklardan korunmak için bu afetlerin meydana çıktığı bölgelerden gelişleri engelleme amacı güden bir uygulama… Fransızcası "cordon sanitaire", İngilizcesi "sanitary cordon"…

Bu ad ilk kez 1821 yılında İspanya'da sarı humma salgını başlaması üzerine 30 bin Fransız askerinin Pirene Dağları'nda İspanya-Fransa sınırını bloke ettiği sırada kullanılmış.

Bu deyimi uluslararası diplomasi alanına ilk sokan da yine Fransızlar… Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Doğu Avrupa'da oluşan yeni devletleri izole etmek üzere Başbakan Georges Clemenceau,  Finlandiya'dan Balkanlara inen bir güvenlik kuşağı ilan etmiş, bu kuşak özellikle 1917 Rus devriminden sonra komünizmin Batı Avrupa'ya da yayılmasını engellemek üzere daha güçlendirilmiş.

2. Dünya Savaşı'nda Alman nazizmine karşı Sovyetler Birliği'yle ittifak yapmak zorunda kalan ABD, İngiltere ve Fransa, zafer kazanıldıktan sonra bu ülkeye ve onun müttefiki olan diğer Doğu Avrupa ülkelerine karşı yeniden güvenlik kordonu oluşturup bunu özellikle soğuk savaş yıllarının en vurucu silahı haline getirmiş.

Castro liderliğindeki devrimden sonra ülkenin giderek sosyalist düzeni benimsemesi üzerine, tıpkı günümüzde Venezüella'ya karşı yapıldığı gibi, Küba da güvenlik kordonu prangasına vurulmuş.

Avrupa Birliği ülkeleri arasında herhangi bir siyasal partiye karşı güvenlik kordonu uygulanmasının ilk örneğine 80'li yılların sonunda Belçika'da tanık olmuştuk. Aşırı sağcı Flaman Bloku (VB) partisinin Flaman kentlerinde büyük bir oy patlaması yapması üzerine geleneksel Belçika partileri önce bu partiyi resmen kapattırmaya çalışmışlar, hukuken buna olanak bulamayınca da onunla hiçbir yönetim düzeyinde koalisyon yapmamayı öngören "cordon sanitaire" ilan etmişlerdi. Bu kordonun hedefine daha sonra Frankofon kesimdeki Ulusal Cephe (FN) de yerleştirilmişti.

VB kendisine uygulanan tecriti kırabilmek için daha sonra adını Flaman Çıkarı(VB) olarak değiştirip yerleşmiş siyaset kurallarına uygun davranma sözü verdiyse de şimdilik karantinadan çıkabildiğini gösteren bir emare yok. Ama Flaman bölgesinde son on yıldır yaşanan gelişmeler, özellikle de bir başka Flaman milliyetçi partisi olan Yeni Flaman İttifakı (N-VA)'nın son seçimlerden ülkenin en güçlü partisi olarak çıkması, federal hükümette önemli bakanlıkları ele geçirmesi, Flaman bölgesinde ve Anvers gibi büyük Flaman kentlerinde fiilen iktidar olması, VB'ye karşı karantinanın önümüzdeki seçimlerden sonra sürüp gidemeyeceğini gösteriyor.

Ne var ki, geleneksel Belçika partilerinin, özelllikle de Valonya ve Brüksel bölgelerine hükmeden frankofon partilerinin bu kez yeni boy hedefi, son kamuoyu yoklamalarına göre önümüzdeki federal, bölgesel ve yerel seçimlerde ikinci ya da üçüncü parti durumuna yükselmesi mümkün Belçika İşçi Partisi (PTB- PvdA).

Daha önce de yazmıştım... Belçika’daki bu gelişmede hiç kuşkusuz Valonya ve Brüksel bölgelerinde koalisyon hükümetlerinin en güçlü ortağı olarak başbakanlığı elinde tutan Sosyalist Parti’ye mensup yöneticilerin belediyeler tarafından kurulan dev iktisadi işletmelerin yönetimlerinde çoğu kez toplantılara dahi katılmadan hakkıhuzur paralarını cep etmelerinin, hatta bazı belediye başkanlarının normal maaşlarının dışında bu kurumlardan kendilerine yüzbinlere varan ekstra ücretler bağlatmış olmalarının kitlelerde yarattığı tepkinin büyük rolü var.

Ancak şurası bir gerçek ki, PTB-PvdA’nın bu yükselişinin ana nedeni, kuruluşundan beri işyerlerinde işçilerle, metropollerin yoksul kesimleriyle son derece dinamik ilişkiler kurmuş olması ve sendikalardaki inkar edilmez etkinliği... Ama bu etkinliğin seçim başarılarına dönüşmesinde en büyük rol hiç kuşkusuz 2009 yılından beri parti sözcülüğünü üstlenen Raoul Hedebouw’un karizmatik kişiliği...

Son kamuoyu yoklamalarına göre Valonya ve Brüksel bölgelerinde gösterdiği hızlı tırmanışa karşın Flaman bölgesinde aynı hızı yakalayamadığını gören PTB-PvdA yönetimi radikal bir karar alarak Frankofon kesimlndeki başarıda büyük rolü olan karizmatik Hedebouw’u bundan böyle parti sözcülüğünü Flaman bölgesinde yürütmekle görevlendirmişti. Yeni görev bölüşümünün büyük sürprizi ise, hiç kuşku yok, Frankofon kesimlerde parti sözcülüğünü Afrika kökenli Germain Mugemangango’nun üstlenmesiydi.

Kürt kökenli Zuhal Demir’in N-VA adına federal hükümette devlet bakanı olmasından sonra siyah renkli Germain’in PTB-PvdA sözcülüğüne getirilmesi Belçika siyasal yaşamına önemli yeni bir damga vuruyordu.

Valonya ve Brüksel bölgelerinde büyük oy kaybına uğrayacağı anlaşılan partilerden Hümanist Demokrat Parti (cdH) belediye seçimlerine beş ay kala diğer partileri PTB-PvdA'ya karşı güvenlik kordonu uygulamaya çağırdı.

Kurulduğunda Sosyal Hristiyan Parti (PSC) olarak vaftiz edilen, ancak hristiyan kimliğinin artık oy getirmediğini görerek isminden "hristiyan" kelimesini çıkartan, ardından da müslüman seçmenlerin oylarını çekebilmek için islamistlere her türlü tavizi veren ve Tayyip'in Belçika'daki militanlarından tesettürlü bir hatunu bölge ve belediye meclislerine sokan cdH şimdi de solun en dinamik partisine karantina uygulayarak kendi oy kaybını frenlemeye çalışıyor.

Parti başkanı Benoit Lutgen'in gözü öylesine dönmüş ki, çağrıda tam da soğuk savaş yılları terminolojisi kullanmakta tereddüt etmiyor: "PTB'nin programı ve tüm faaliyetleri Marx, Lenin, Stalin ve Mao Zedong düşünceleri temelindedir. Seçtiği yöntemler sınıf kavgası, ayaklanma ve hatta içsavaştır. Her kim herhangi bir belediyede PTB'lilerle koalisyon kurmaya kalkışırsa cdH'tan derhal ihraç edilecektir."

Bu inanılması zor güvenlik kordonu çağrısına halen federal hükümet ve Valonya bölge hükümetinde başbakanlığı elde tutan liberal Reformcu Parti (MR) ve frankofon parti Bağımsız Federalist Demokrat (DEFI) derhal olumlu yanıt verdi.

Bu çağrı karşısında en güç durumda kalan hiç kuşkusuz yılların iktidar partisi Sosyalist Parti (PS). Oylarını sürekli kaptırdıkları PTB'yi ellerinden gelse hemen kapattırırlar, ama bu mümkün olmadığı için, güvenlik kordonu'na "evet" demenin sol kamuoyunda büyük tepki yaratacağının ve henüz kararsız sol seçmenlerin de oylarını önümüzdeki seçimlerde PS yerine PTB'ye vereceğinin bal gibi farkındalar.

Kaldı ki, PS'nin özellikle Ekim ayındaki belediye seçimlerinden sonra Valonya'da yıllardır tek başına yönettiği Liege, Mons, Charleroi gibi proleter kentlerde iktidarda kalabilmek için PTB ile koalisyon kurmaktan başka çaresi de yok... Bittabi, PTB lütfederse...

Belçika'da beklemedeyiz…

Belçika'dan bu kadar söz ettim… Ya güvenlik kordonu'nun Türkiye'deki uygulamaları?

Ayrıntıya gerek yok, bizim coğrafyamız iki asra yakındır, Osmanlı yönetiminde de, Kemalist yönetimde de, sözüm ona çok partili dönemde de "güvenlik kordonu" uygulamalarının en acımasızlarına, en yüz kızartıcılarına sahne olmuş, ve de olmakta…

Hadi Osmanlı dönemini, nasıl olsa "monarşiktir" diye atlayıp geçelim.

Ya Kemalist dönem?

Atatürk'ün kendi silah ve de sofra arkadaşları tarafından kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve de Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın önce karantiya alınıp ardından kapatılmış olmalarının lafı çok edilir de, dönemin ilk gerçek siyasal örgütü Türkiye Komünist Partisi'nin daha baştan illegale mahkum edilmesinden, Mustafa Suphi başta olmak üzere önemli liderlerinin 28-29 Ocak 1921'de Karadeniz'de katletilmelerinden hiç bahsedilmez.

Sosyalistlerin kurduğu partiler cumhuriyet döneminde de oldum olası "güvenlik kordonu"nun bir numaralı hedefidir. Örneğin 1946'da çok partili rejime geçişin hemen ardından kurulmuş olan Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi ve Türkiye Sosyalist Partisi, 50'li yıllarda Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın kurduğu Vatan Partisi, 60'lı yıllarda kurulan ve Meclis'te 15 milletvekiliyle temsil edilen Türkiye İşçi Partisi, 70'li yıllarda kurulan ve 1980 darbesinden sonra kapatılan 2. Türkiye İşçi Partisi, Türkiye Sosyalist İşçi Partisi. Türkiye Emekçi Partisi. Sosyalist Devrim Partisi, Türkiye Birleşik Komünist Partisi…

Ya Kürt demokratlarının kurduğu partiler?

90'lı yıllarda Halkın Emek Partisi (HEP)'le başlayıp sonraki yıllarda biri kapatıldıkça diğeri kurulan Özgürlük ve Demokrasi Partisi, Demokrasi Partisi, Halkın Demokratik Partisi. Demokratik Halk Partisi, Özgür Parti, Demokratik Toplum Partisi…

Bugün Kürt halkının ve diğer ezilen halklarımızın siyasal mücadelesini bir yanıyla  2012'de kurulmuş olan Halkların Demokratik Partisi (HDP) ve bölgesel planda örgütlü Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) yürütüyor.

Başta eş genel başkanları olmak üzere birçok yöneticisi, milletvekili ve belediye başkanı tutuklu olan HDP ve DBP zaten 1 Kasım 2015 seçimlerinden beri kelimenin tam anlamıyla güvenlik kuşağına hapsedilmiştir.

Türkiye'nin oligarşik rejimi için daha da utanç verici olan, bu iki partiye sadece iktidar partisi AKP ve cumhur müttefiki MHP'nin değil, onların islamo-faşist despotizmine sözüm ona karşı çıkar görünen CHP, İP ve SP'nin de utanç verici bir güvenlik kordonu uyguluyor olmalarıdır.

Bu, CHP'nin sola ve demokratikleşme özlemi çekenlere ilk ihaneti de değildir.

Bu satırları yazarken belleğim beni tam 50 yıl öcesine sürüklüyor… Evet, 1968'in Haziran'ında da Türkiye seçim eğik düzeyindeydi. 1965 seçimlerinde Meclis'e 15 milletvekiliyle girmeyi başarmış olan Türkiye İşçi Partisi'nin önünü kesmek için önce Ecevit'le birlikte ABD icazetli "Ortanın Solu" uydurmasını devreye sokan ana muhaklefet lideri İsmet İnönü, partisinin Kars il kongresine gönderdiği mesajda "CHP'nin büyük rakibi TİP'tir" diyor ve tüm muhalifleri TİP'in yeniden Mevclis'e girmesini engellemek için seferber olmaya çağırıyordu.

Bugün de benzeri senaryo gündemde…

HDP'nin 24 Haziran seçimlerinde yüzde 10 barajını aşamaması halinde Kürdistan'ın en azından 50-60 milletvekilinin AKP hesabına yazılacağını bile bile, CHP'nin İP ve SP ile kurduğu ittifaktan HDP'yi dışlamış olması sadece kendisine güven gösteren demokrasi özlemli kitlelere değil, Türkiye halklarının tümüne ve de Balkanlar'dan Ortadoğu'ya uzanan bir coğrafyanın tüm çilekeş insanlarına ihanettir.

Ecevit'in Karaoğlan tiplemesine özenerek meydanlarda Gariban nutukları çeken Muharrem İnce'nin Edirne zındanında Demirtaş'ı ziyaret etmiş olması ve de ilk seçim mitingini albayraklar gölgesinde İzmir marşıyla Kürt diyarı Hakkari'de yapmış olması bu ihanetin sorumluluğundan ne kendisini ne de partisini kurtarabilir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi