Utanç

Utanç
Bir yanımız çürüyüp utanca belenirken, bir yanımız dirilerek dünyanın utancı ve lanetiyle hesaplaşıyor.

Cihan ERDOĞAN



'Şaşıp kaldım ben, Allah'ın hikmetinde
 Kürdler, dünyanın şu varlık ve devletinde (1)

acep hangi nedenle nasipsiz kalmışlar
ve tümüyle boyunduruk altına girdiler!'

'Bizim de bir padişahımız olsaydı eğer
Allah ona bir taç lâyık görseydi eğer

Belirlenmiş olsaydı ona bir taht
açıkça açılırdı bizim için baht

elde edilseydi ona bir taç
elbette olurdu bize de revaç

gam yerdi biz öksüzler için ve de acırdı
soysuz ve aç gözlü çıkarcıların elinden bizi kurtarırdı

bize galip gelmezdi şu Rom (2), ona yenilmezdik
ve baykuşların elinde viraneye dönmezdik

tutsak, yoksul ve çaresiz düşmezdik
Türklere ve Taciklere (3) yenilip boyun eğmezdik''

'Her kim elini kılıca götürüp gösterdiyse himmeti
erkekçe ele geçirdi o, kendisi için devleti

Çünkü dünya bir gelin gibidir
Egemenliği de yalın kılıcın elindedir'

'Olsaydı bir dayanışma ve uzlaşmamız eğer
ve birbirimize hep itaat etseydik eğer

Rom, Acem ve Arapların hepsi
bize hizmetçilik ederdi onların hepsi

o o zaman tamamlardık dini de, devleti de
ve elde ederdik bilimi de, hikmeti de

Ayırt edilirdi o zaman birbirinden sözler
ve ayırt edilirdi yetenekli ve erdemliler

Ehmedé Xanî


Yukarıdaki destan, ulu ozan Ehmedê Xanî’ye aittir. Bundan 300 yıl önce yazılmış.

Kürdistan’a düzenlenen her kanlı seferden, kurulan her idam sehpasının ardından, dönüp dönüp büyük Xani’yi tekrar okumuşlardır Kürtler. İnsanlar zora, dara düştüklerinde sığınacakları limanlar ararlar. Mem û Zin parçalanış Kürdistan’ın ulusal destanıdır. Her kanlı kıyımın ardından Kürtlerin sığındığı büyük bir limandır.
Bu büyük destan da sadece Tacdin ile Siti, Mem ile Zin’in aşkları yoktur. Beko yanlızca Mem ile Zin’in büyük aşklarının arasındaki kara çalı değildir. İhanetlerin, yıkımların içerilerinde de görebilirsiniz onu.

Büyük Xani Osmanlı’nın, İran’ın, Arapların elinde viraneye dönen Kürdistan’ın yakarışını destanının köşelerine yerleştirmiştir Xani. Semboller haline gelen bu metinlerin bazen şiir, bazen film, bazen de bir opera halinde karşımıza çıkması bundandır işte. Onun bu sembolleri, Rojhilat’lı Kürt yönetmen Bahman Ghobadi’nin filmlerinde daha net görünür. ‘Kara Tahta’, ‘Kaplumbağalar da Uçar’ filmleri savaşın ve yıkımın çocuklar üzerindeki tahribatını ustaca işler.

‘Annemin Ülkesinin Şarkıları’ filminde müzisyen Hanareh Mirza, kendisi gibi  müzisyen olan çocukları Barat ve Audeh’le birlikte, kadın müzisyenlerle bir yol hikayelerini anlatır.

Amansız doğa koşullarında, kar boran içinde yollarını şaşırırlar ve kendi ülkelerinin içinde başka başka devlet görevlileriyle karşılaşırlar. Rojhilat’ın gökyüzüne merdiven dayamış dağlarının arasından ve hiç farkında olmadan, Başur’un dağ zirvelerine tırmanırlar. Geri döndüklerinde, Bakur’un kuş uçmaz, kervan geçmez köylerinden birindeki kenar karakolunda Türkçe konuşan devlet görevlileri karşılar onları.

Birbirinin içinde parçalanmış bir Kürdistan’ı sarsıla sarsıla seyreder, kafanızın arka koridorlarına yerleşmiş olan Xani’nin ulu destanının içinde bulursunuz kendiniz.
Yeri göğü yaratana Arapça  Ellah, Farsça Xuda, Kürtçe Xwede, Zazaki Heq, Türkçe Allah deniliyordu. Ayrı dillerde, ayrı telaffuz ediliyordu o yaratan. Evet, bir ve tekti.

Gel gör ki Araplar ‘Ellah, Ellah’ diye saldırırken, İranlılar ‘ya Xuda, ya Xuda,’ Türkler ise ‘Allah, Allah’ diye saldırıyorlardı Kürtlere. Kürdistan’ın dört parçasına dağılmış mazlumlar da, ‘ya Xwede, ya Xwede’ diye direniyordu bu saldırılara.

Kutsal kitaba göre, yaratıcı bir ve tekti. Kuş dili dahil, bütün dilleri bilirdi o. Kurt, kuş, börtü böcek; bütün hayvan alemi yüksek dağların zirvelerinden ovalara inen Kürdün yakarışını duyuyordu da, yüce yaratıcı duymuyor muydu bunu?

Destanların, efsanelerin güzelleştirdiği başı dumanlı Ararat; yani Masis, yani Kuhi Nuh, yani Cebel el Haris, yani Ağrı Dağı, insanlık tarihinin en eski gemisinin mekanı, Tanrı’nın ‘teneke kuşları’ tarafından ağır bombardımana tutulur. General Salih Omurtak, ‘Ağrı Dağı’nın çukurları Kürt cesetleriyle doluydu’ derken, Kürdün çığlığını ne tanrılar ne de sağır dünya duyuyordu. Ağrı Dağı’nı kan çanağına çevirenler, demirden kıtalarının yönünü Dersim’e döneceklerdi bir süre sonra. Yangın yerine çevrilen Dersim’in ah’ını onlarca kitaptan okuduk, yüzlerce klamdan dinledik. Hala dinlemedeyiz.

Bütün bunların evveliyatı, ‘Büyük Felaket’ dedikleri Ermeni Soykırımı’na uzanıyordu. Kadim bir halkı; aydınları, düşünürleri, yazarları, sanatçılarıyla birlikte kırımdan geçirip yoklar hanesine kaldırmışlardı.

Yüzyılı aştık, ama Stefan Zweig’in 1922 yılında yazdığı ‘Amok Koşucusu’ kitabında olanları yaşıyoruz hala. Bu ülkenin yöneticileri yüzyıl boyunca, ağulanmış, çıldırmış halleriyle, Amok Koşucuları’na dönüşmeyi sürdürdüler hep. Ermeni, Rum, Kürt, Alevi, sosyalist demeden, kendilerinden olmayan, kendilerine benzemeyen bütün ötekileri kırımlardan geçirdiler. İşin gerçeği şuydu ki, onlar sadece "kendileri gibi" olmayanları kırmıyorlardı, kendi intiharlarına da hızla koşuyorlardı.

Geçmişte mutlaka, "Bu kadar da olmaz!" denildiği olmuştur sık sık. Çünkü tarihin sararmış sayfalarına baktığımızda karanlıktan, bedbahtlıktan, kırım ve kıyımlardan öte şeyler göremiyoruz pek.

Yaşadığımız günlere hükmeden efendilerin bu tarihten hiçbir şey öğrenmemiş oldukları da çok açık. Kötünün kötüsü olmak, kıyıcılık, yıkıcılık yarışına girmek, insanı haysiyetinden vurma arsızlığına soyunmak başka türlü neyle izah edebilir ki? Herkese hakaretler yağdırmakla, yakmakla, yıkmakla, öldürmekle ve artık yalan değeri bile kalmamış şeylere sığınıp var olmaya çalışmakla, aynı zamanda kendi ölümlerine koşmuyor mu onlar dersiniz?

Yüz yıldır Kürt, Kürdistan denilince cin atına binip cinleniyorlar. Afrika’nın en ücra köşesinde bir Kürt görseler, gidip anında katletme histerisine kapılıyorlar. Bölüp parçaladıkları Kürdistan’ın öte yakasına bu güne kadar pek çok sefer düzenlediler. Yetmemiş olmalı ki, yan kesici, hırsız, tecavüzcü, sapkın cihatçıları bir araya getirip bir başka ülke adına "Milli Ordu" kurma utanmazlığına, işgüzarlığına bile soyundular sonunda.

Ne yaparlarsa yapsınlar; doluya koyuyorlar almıyor, boşa koyuyorlar dolmuyor.

Kürtlerin dağ zirvelerini tutuşları elli yıla merdiven dayadı.. Elli yıldır üstlendikleri dağ zirvelerinde yaktıkları ateşin aydınlığında ‘Kartal Barı’nı müthiş oynuyor Kürtler. Bütün dünya Kürdün karanlık zindanlardan, dağlardan yükselttiği ateşin aydınlığını daha iyi görüyor ve anlıyor şimdi.

Binlerce genç ölünün sıcak bedeni sadece nemli toprakları ısıtmıyor. Sağır ve dilsiz dünyanın vicdanında bir karşılık da buluyor artık.


‘Annemin ülkesinin Şarkıları’ filminden bir sahne
 

Daha dün, yüzüne kondurduğu gülücüklerle ve mağrur bakışlarıyla gökyüzünü anlamlandıran İzmir’li  genç doktor Özge Aydın, dünyanın en cani, en sadist, en barbar cihatçılarına karşı savaşarak canını mazlum Kürdistan halkına bağışladı Rojava’da. Özge Aydın üzerindeki doktor önlüğünü çıkarıp dünyanın bir çok yerinden gelen enternasyonal gönüllülerle birlikte Rojava direnişinde yer alarak, geleceğin Norman Bethune’si, Ernest Hemingway’ı, Thomas Mann’ı oldu.

Yüz yıllık ‘Amok Koşucuları’ kendileriyle birlikte çürümüş, ırkçılıktan zehirlenmiş, çıldırmış, utançlı bir toplum da yarattılar. Yüzyıllık direnişleriyle Kürtler ise, aydınlık dünyanın vicdanına daha çok yerleştiler bu gün. Rojava’daki direniş zindanların çığlığıyla bütünleşip Avrupa metropollerine ulaştı. Büyük bir kültür çıkarmasının taşıyıcısı da oldu bu direniş.

Avrupa’nın değişik kentlerindeki bilboardları TOSCA’nın afişleri süslüyor şimdilerde. Saygın Kürt yönetmen Celil Toksöz ve yazar-şair Kawa Nemir’in büyük emeklerle Kürtçeye uyarladıkları Shakespeare’in Hamlet’inden sonra, Giacoma Puccini’nin dünyaca ünlü operası TOSCA ile karşımıza çıkışları bu kültür çıkarmasına apaçık işaret etmektedir. Miting meydanlarından opera binalarına gelen Kürtler, Avrupalı sanatseverlerle direnişlerini paylaşıyorlar sanki. Ben de bir köşeye yerleşip Tosca’yı izledim geçenlerde. Bütün mitolojiler, destanlar elbette birbirlerine benzerler. Kawa Nemir, gayet usta bir gayretle, Tosca’nın metinlerine Mem ü Zin sembolleri yerleştirmişti. Celil Toksöz, ince eleyip sıkı dokuyarak, oyuncuları özenle seçmişti. Opera denilince akla ilk gelen elbette müziktir. Besteci ve şef Ardeşes Agoşyan büyüleyiciydi.

Bir yanımız çürüyüp utanca belenirken, bir yanımız dirilerek dünyanın utancı ve lanetiyle hesaplaşıyor…


Tosca
 


(1) Buradaki ‘Devlet’ten maksat zenginlik, servet, varlık ve refah gibi şeylerdir.
(2) Buradaki ‘Rom’dan maksat Osmanlı devletidir.
(3) Buradaki Tacikler’den maksat Acemler yani İranlılardır.

Kapak Karikatürü: Aşkın Ayrancıoğlu

 

Öne Çıkanlar