Yalanların Gücü Adına!

Yalanların Gücü Adına!
Kural olarak, otoriter/totaliter toplumlarda yalanlara olan ihtiyaç ve biçilen roller, görece liberal toplumlara oranla çok daha fazladır.

Suat TAŞKESEN / Dr., Siyaset Bilimi


Sokrates: Demin gerekli bazı yalanlardan söz etmiştik. Böyle güzel bir yalan bulup, hem önderleri, hem de yurttaşları buna inandırabilir miyiz dersin?

Glaukon: Nasıl bir yalan?

* * *

Sokrates:…"Bu toplumun birer parçası olan sizler, diyeceğim, birbirinizin kardeşisiniz. Ama sizi yaratan Tanrı, aranızdan önder olarak yarattıklarının mayasına altın katmıştır. Onlar bunun için baş tacı olurlar. Yardımcı olarak yarattıklarının mayasına gümüş, çiftçiler ve öbür işçilerin mayasına da demir ve tunç katmıştır. Aramızda bir hamur birliği olduğuna göre sizden doğan çocuklar da herhalde size benzeyeceklerdir…" Şimdi sen yurttaşları bu masala inandırmanın bir yolunu bulabilir misin onu söyle? 

Glaukon: Kendilerini nasıl inandırırız bilmem ama oğullarını, torunlarını inandırmanın bir yolu bulunabilir (Platon, Devlet).


İdare ve yalan tarihin her döneminde birbirlerinin mütemmim cüzü (birbirini tamamlayan ayrılmaz parçalar) olagelmiştir. Siyaset, nihayetinde iktidarın ya da muktedirin kitleler önünde varlığını ve de emellerini meşru göstermesini zorunlu kılar. Öyle ki, ileri sürdüğü meşruiyet kaynağını (din, ulus, ırk, değer vs.)  rıza ve zor seçeneklerini birlikte kullanarak pekiştirmeye çalışmak idarenin varlığını sürdürebilmesi için çok önemlidir. Bu pekiştirme faaliyetlerinin çimentosu yalanlardır.

Bildiğimiz dünyada yalanın gücünü gören ve stratejik bir şekilde yürürlüğe sokan kişi Hitler’in propaganda bakanı Joseph Goebbels olmuştur. Goebbels’in en büyük "başarısı" yalanı Nazilerin idari ve siyasi faaliyetlerinin merkezine almış olmasıdır.

Goebbels Nazi ideallerini gerçekleştirme yolunda yalana biçtiği rolü hiçbir şekilde inkâr etmediği gibi, şu ifadesiyle de açıkça ve "samimiyetle" dile getirir:  "Yeterince büyük bir yalan söyler ve sürekli tekrar ederseniz, insanlar sonunda ona inanacaklardır. Devlet, halkını bu yalanın siyasi, ekonomik ve/veya askeri sonuçlarından koruyabildiği sürece yalan sürdürülebilir. Yalan, devletin karşıt görüşleri bastırmak amacıyla tüm güçlerini kullanması açısından hayati bir önem taşır. Doğruluk yalanın ölümcül düşmanıdır ve buna bağlı olarak denilebilir ki devletin en büyük düşmanı doğruluktur."

Anlaşılıyor ki Goebbels’e göre yalan, yeterince büyük olmalı, ona inanacak insanların olması sağlanmalı, devlet imkânlarıyla sürekli tekrarlanmalı, muhalif güçleri bastırmada kullanılmalı ve daima en büyük düşman olan doğrunun karşısında olmalıdır. Kısaca Goebbels’in burada tam olarak bahsettiği bir yalan ve onun geçici toplumsal sonuçlarından faydalanmak değildir, aksine yalanın ırkçı Nazi rejiminde stratejik bir unsur olarak değerlendirilmesi ve toplumu biçimlendirmede başvurulan en önemli yöntemlerden biri olmasıdır. 

Bu yalan rejiminde yalandan yalanlar çıkmalı ve yalanlar yeni yalanlarla sürekli desteklenmelidir. Burada basına (bugünkü karşılığı medya) büyük iş düşer çünkü "basın hükümetin çalabildiği mükemmel bir piyanodur".

Ayrıca yalanlara inanacak insanların yaratılması da yine bu yalanlarla mümkündür. Doğruluk devletin ve dolayısıyla insanın en büyük düşmanıdır. O halde doğrulukla mücadele şarttır. "İnsanların düşünmemesinin hükümetler için şans" olacağını söyleyen Goebbels "entelektüel faaliyetleri ise kişilik oluşturmanın önündeki tehlike" olarak tanımlıyordu. Bu amaçla göreve geldiği ilk yıl (1933) tüm Almanya’da üniversitelerin başını çektiği kitap yakma çılgınlığını "Abartılmış Yahudi entellektüelizmi dönemi artık kapandı.." diye söze girdiği konuşmasıyla başlatacaktı. Sadece tek bir gece gösterisinde (Berlin Opera Meydanı’nda-10 Mayıs 1933)  meşaleli 5 bin öğrenci ve on binlerce katılımcı önünde 20 binden fazla kitap yakılmıştır. Sonraki günlerde üniversitelerin de kervanlar halinde katıldığı bu kitap katliamlarına, Freiburg Üniversitesi rektörü filozof Heidegger öğrencilerine şöyle seslenerek destek olacaktır: "Alevler bizlerle konuşuyor, bizleri aydınlatıyor, bizlere dönüşü olmayan yolu gösteriyor. Alevler yanıyor, yürekler ışıl ışıl". 

Yalana bu derece muhtaç duyan siyasi hareketlerin Nazilerle sınırlı kalacağını düşünmek saflık olur. Aksine yalanın eşsiz gücünü gören 20. yüzyıl iktidarları ve bugünün 21. yüzyıl muktedirleri onu idare-i tarzlarının iç ve dış siyasetteki en önemli unsurlarından birine çevirmişlerdir.

Kural olarak, otoriter/totaliter toplumlarda yalanlara olan ihtiyaç ve biçilen roller, görece liberal toplumlara oranla çok daha fazladır. Hatta Nazi deneyiminde açıkça görüldüğü üzere, bu yapılarda yalan meşruiyeti sağlamanın ve linç toplumunu yaratmanın yegâne yoludur. Bunu çok iyi gören devletler ve iktidarlar bütün imkânlarını (medya, polis, yargı, eğitim, sanat vs.) etkin bir biçimde kullanarak toplumu büyük ve küçük yalanlarıyla yönlendirmeye ve zihinleri biçimlendirmeye çabalarlar.

AKP Türkiye’sini siyaset-yalan ilişkisi ve Goebbels’in propagandanın gücüyle ideal toplumu yaratma stratejisi üzerinden okumak hem ardı arkası kesilmeyen yalanların Türkiye siyasetindeki rolünü anlamada hem de hükümetin taktik ve stratejilerini daha iyi çözümlemede bize yardımcı olacaktır. Yalanların bilgi eksikliğinden ya da kötü niyetli birkaç çıkar grubunun istismarından kaynaklandığını düşünmek saflıktır. Tam aksine tüm bu yalanlar bir yandan muhalefeti bastırmayı diğer yandan safları sıklaştırmayı hedefleyen ince elenmiş sık dokunmuş birer stratejik hamledir.

Üstelik orta ve uzun vadede bir yalanın yalan olduğunun anlaşılması bile ilk anda yaptığı etkinin yanında önemsiz görülür; Gezi sırasındaki Kabataş ve camide bira yalanları bunun en çarpıcı örneklerindendir. Öyle ki doğru Bağdat’tan gelene kadar yalanla "atı alan çoktan Üsküdar’ı geçmiştir." Bu hakikat de çok iyi bilindiği için yalana doğru’dan daha fazla itibar edilir. Yine çok iyi bilinir ki muhalefet yalana ne kadar çok tepki verirse, onu suçlu göstermek de o kadar kolaylaşır, çünkü yalanla beslendikçe açlığı daha fazla artan güruhların muhtaç olduğu kudret demagojidedir. 

Peki! Hırsızı besleyen doyuran palazlayıp büyüten ev sahibinin (insan) hiç mi suçu yok? Bu sorunun cevabını da izninizle La Boétie (La Buisi diye okunur) versin: "Boyunduruk altında bir milyon insanın kendinden daha üstün bir gücün zorlamasıyla değil de, sanki tek bir kişinin adıyla büyülenerek sefilce hizmet etmesini görmek öylesine olağan bir şey ki, buna şaşırmaktan çok üzülmek gerekir." (La Boétie, Kulluk Üzerine Söylev, İmge Yayınevi)

 

Öne Çıkanlar