Elde kalan: Yok-yer

Yeni taşınılan yerlerde kimse birbirini tanımıyor, tanımak yani sorumluluk almamak için de görmezden geliyor sitenin girişinde karşılaştığı kapı komşusunu.

Nostalji bir nevi timsah gözyaşı olarak da tanımlanabilir. Eski evlere, şarkılara, dalına tırmanılmış ağaçlara, koklanmış güllere, aşık olunmuş erguvanlara duyulan özlem, o evlerde o şarkılar eşliğinde, o güller koklanılır, o erguvanlara aşık olunurken yaşananları geride bırakmanın, yeniye hızla alışıp tadını çıkartırken eskiyi hızla öldürmenin verdiği neşeyi ağyardan saklamanın bir yoludur. Neşenin sebebi çok açık: Eski ölürken yeniye yetişen, tutunan hayatta kalmıştır. Başka şeyler ölürken hayatta kalmak insanı kendi talihine inandırır. Nostalji talihe imanın dili olduğu için de ikiyüzlüdür: Geçmişe dönük yüzü alabildiğine seçkincidir. Her şeyi almaz, barındırmaz, yer yoktur bellekte o kadar. Hem yeni şeyler öğrenmek/edinmek için bir dolu şeyden de kurtulmak gerekir. Diğer yüzü ise geleceğe dönüktür nostaljinin. Geçmişe biçilmiş değeri ele veren sürekli ve telaşlı bir inşa sürecidir: Eski evden yeni eve ne taşınmalıdır? Neler bırakılmalıdır geride? Nedir lüzumlu olan? Lüzumsuz olanı değersiz kılan nedir?

Kaybettiğimiz şeyler elimizden biz istemeksizin alınmışsa nostalji değildir yaşadığımız, bitmek bilmez bir yas tutarız. Yok onları geçmişte bırakan bizsek, bilerek, isteyerek, arzuyla, yeni bir şeylere tutunmaya çalışırken yükümüzü hafifletmek için vazgeçmişsek o şeylerden, bir kedinin çişinin üzerini örterken yaşadığına benzer bir telaşla kapatırız üstlerini. Hiç olmamışlar, yaşanmamışlar gibi yaparız. Onlardan kalmış olan izleri görünmez kılmak için yapmayacağımız şey yoktur. Örneğin üstlerine gökdelenler inşa edebiliriz. Asfalt dökebiliriz. Yetmez greyderlerle, buldozerlerle arazinin topografyasını değiştiririz. Bir zaman okulumuza, işimize gitmeye çalışırken bizi nefes nefese bırakan tepeyi dümdüz edebiliriz örneğin. Ya da bir dereyi kurutarak oluşturduğumuz vadiye görkemli siteler inşa edebiliriz. Elimize çok ama çok güç geçmişse, bir zamanlar sokaklarında yüzümüze bile bakılmayan mahalleleri yıkıp mahalleliyi şehrin hatta dünyanın dört bir yanına dağıtabiliriz. Aralarında bizim hakkımızda konuşulurken hangi cümlelerin kurulabileceğini tahmin ettiğimiz toplulukları bir daha bir araya gelemeyecekleri mesafelere savurabiliriz. Sırf hakkımızda konuşamasınlar diye herkesi birbirine düşürüp küstürebiliriz. Hatta konuşabilecekleri sözcükleri, cümleleri yasaklayabiliriz. Bütün derdimiz, kim olduğumuzu, yani geride bırakmak istediğimiz kimliği, geçmişi hatırlatacak tek bir izin, ilişkinin kalmaması olur. Bu çabamız kocaman bir ülke ekonomisine yön verebileceği gibi, tarih kitaplarının içeriğini de değiştirebilir: Ekonomi ve tarih tam da kimin kim olmak istediği sorusu üzerinden birbirleriyle garip bir şekilde daha ilişkilidir.

AKP, büyük ölçüde gecekondu mahallelerinin yıkımı anlamına gelecek olan büyük kentsel dönüşüm harekatına başladığı zamanlarda projelendirilen, yıkım bekleyen mahallelere gidip gelirken aklımda dindarlığa ilişkin bir çalışma yapmak yoktu hiç. Derken bir soru takıldı kafama: AKP, yani İslamcı siyaset, büyükşehirlerin gecekondu mahallelerinde biriktirmişti kendisini iktidara taşıyan enerjiyi. Bir siyasi hareket kendi çıktığı yeri, yani toplumsal zemini niye ortadan kaldırsındı ki? AKP ile siyasal dil manasında (dindarlık paydasında) ortaklık kurabilen mahallelerle bu dili reddeden mahalleler arasındaki farkları gördükçe anlamaya başladım: AKP'nin, aslında Erdoğan'ın onu iktidara taşıyanlara en büyük vaadi buydu zaten: Sizi gecekondularınızdan kurtaracağım. Mahallelerinizin boğuculuğundan çıkartıp herkese yukardan bakabileceğiniz bir hayata taşıyacağım. Size olmak istediklerinizi sunuyorum. Yepyeni bir hayata geçmişin tüm yüklerinden kurtulmuş olarak başlayacaksınız.

Erdoğan'ı destekleyenler bu vaadin çekiciliği karşısında başka hiçbir şeyi umursamayacak kadar arzu ediyorlar oldukları şey olmamayı. Bu arzu gözlerini öylesine döndürmüş vaziyette ki "Ya hu ne oluyoruz, neyi geride bırakıyoruz, neyi attık, neyin üstünü örttük, neyi örtemedik, neremiz açıkta kaldı?" gibi sorular soramayacak kadar telaşlılar.

Sorunun bu ilk aşamasına cevap bulmak için, kentsel dönüşüm fikri ilk ortaya atıldığında yıkılacak mahallelerde belediyeyle, TOKİ'yle işbirliği yapan insanlarla konuşmak yeterliydi. İkinci aşama ise biraz daha netameliydi: Peki bu insanlar kim olmak istiyorlar? Vaadin ikinci kısmı ne? İlk kısmı "Evlerinizi, olduğunuz şeyi yıkacağım." Bunu anladık. Peki bu insanlar kim ya da ne olmak istiyorlar?

Sorunun bu ikinci aşamasına cevap aramak için Başakşehir'de bir hayli zaman geçirdim. Önce ev tutup bir süre orada yaşadım. "Ekonomi"m bu hali uzatmama yetmeyince de düzenli olarak gelip giderek araştırmaya devam ettim. Fakat bu araştırma ilk sorunun cevabını biraz daha ayrıntılandırmanın dışında bir sonuç vermedi. Eski mahallelerinden, hayatlarından neden kaçtıklarını, orada neyi istemediklerini şöyle özetleyebilirim:

1. Dedikodudan kaçıyorlardı: Her biri AKP iktidarında, hem ekonominin gelişmesi hem de "müştericilik" (clientelism) diyebileceğimiz, AKP'nin kendisine oy verenleri çeşitli, çoğu enformal ya da adil olmayan, kayırmacı yollarla desteklemesi sayesinde gelir nokta-i nazarından sınıf atlamışlardı. Bu sınıf atlama halinin tadını eski yaşadıkları mahallelerde çıkarmaları pek mümkün değildi. Her şeyden önce mahallelerindeki herkes aynı şekilde sınıf atla(ya)mamıştı. Dolayısıyla mahallede hızla zenginleşip yaşam standartları bariz şekilde değişenler göze batıyor, dedikodu oluyordu. Onlar da bu "nazar" dolu bakışlardan uzaklaşmaya karar vermişlerdi.

2. Planlı, düzenli şehir istiyorlardı: Gecekondu mahalleleri sonradan müteahhitler eliyle düzensiz apartmanların yükseldiği yaşam alanlarıydı. Altyapı kötüydü. Hazır paraları (ulaşabilecekleri kredi kaynakları) da varken, haklı olarak, daha düzgün altyapıya sahip, mülkiyetin hukuki temeli anlamında da daha güvende hissedecekleri yerlere taşınmak istiyorlardı.

3. Kozmopolit hayattan kaçıyorlardı: Gecekondu mahallelerinin apartmanlaşması kalabalıklaşma anlamına gelmiş, farklı hayat tarzları gözlerine batar olmuştu. İstemiyorlardı bu farklılıklarla yaşamak. Kimi bölgelerde, 1990'lar boyunca zorunlu göçle, yaşadıkları köylerden sürülerek İstanbul'a gelen Kürtlerle yaşamak anlamına geliyordu ki bu birçok Başakşehirlinin "eski mahallenden niye vazgeçtin?" sorusuna verdiği listesinin ilk sırasındaydı.

4. Seküler hayattan kaçıyorlardı: Seküler hayat tarzı günahlarla doluydu, çocuklarını "içkici komşu", "mini etekli abla" gibi günahkar tiplerden uzak tutarak korumak istiyorlardı.

5. Eski hukuktan kaçıyorlardı: Mahalle, hele gecekondu mahallesi, yasa anlamına gelmeyen hukuk demek. Yani komşuluk. Herkesin şöyle ya da böyle birbirini tanıdığı, ölümden, hastalıktan, ekonomik badirelerden haberdar olunan yer. Bu da sorumluluk demek.  Artık bu tür sorumluluklar taşımak istemiyorlardı. Kredi kartlarından her ay belli bir miktar bir ya da iki derneğe bağışta bulunmak yeterliydi. Bu türden insanlık halleriyle bizzat ilgilenmek yeni hayatlarına taşımak istedikleri bir hal değildi.

Yukarıdaki listeyi çıkardığım sohbetler, "Eski mahallenizi niye terk ettiniz?" sorusuna cevap olarak veriliyordu. "Neden buraya geldiniz?" sorusuna verilen cevaplarsa şöyle başlıyordu genellikle: "Bizim gibi insanlarla yaşamak istedik.""Bizim gibiden kastınız ne?" diye sorduğumda cevap standart bir noktadan, "İnançlı, ahlaklı, düzgün, bizim gibi insanlar" diye başlıyordu. Bıktırmak pahasına soruyordum: "İnançlı ne demek?", "Ahlaklı ne demek?", "Düzgün insan ne demek?" Tanımlar çok karışıktı, aslında bu sorulara doğrudan cevap vermektense çoğuyla yeni tanıştıkları komşularıyla ilgili bir dolu olumsuz öykü anlatıyorlardı. "Sonradan görme olduğu belli" diyorlardı mesela. "Onun neyin dindarı olduğunu biliyorum.""Görüşebildiğim üç-beş komşu var, gerisi hikâye."

Derken anahtar cümle geliyordu: "Burada kimse birbirini tanımıyor ki!" Ayrıca kimsenin birbirini tanıma arzusu da yoktu. Belediyenin "komşu komşunun gülüne muhtaçtır" gibi kampanyaları site duvarlarına asılmış pankartlarda, afişlerde kalıyordu. Olmuyordu yani, bir türlü "bizim gibi" insanlar bulamamışlardı.

Galiba gördüğüm en acıklı şeylerden biri, Başakşehir'deki site duvarlarına bir grup kadının yaptıkları ideal mahalle resmiydi. Tek katlı, bahçeler içinde bir yaşam alanı resmedilmişti bu resimde. Bildiğiniz gecekondu mahallesi. Site duvarları göze çirkin görünüyor diye çizilmişti bu resimler. Güzelleşsinler, bakılabilir hale gelsinler diye. Yalnızca minik evler, çimler ve deniz. O kadar. Bu nostaljik resimde insanlara, yani komşulara yer yoktu.

Başakşehir'i araştırmaya karar verdiğimde, 2009 sonu olsa gerek, bir dolu arkadaşım "İstanbul'da bir yer çalışırsın sanmıştık" diye dalga geçmişlerdi. Ben de onlarla dalga geçiyordum, "Bir gün bütün İstanbul Başakşehir olacak, göreceksiniz gününüzü." Dilim lal olsaymış da söylemeseymişim böyle bir şey. Aradan birkaç yıl geçti, İstanbul Büyükşehir Belediye Spor'u Başakşehir Belediyesi satın aldı. İstanbul, Başakşehir oldu sembolik manada. Derken işler hızlandı ve artık İstanbul'un Başakşehir olmasının önüne neyin geçebileceğini artık bilmiyorum. Belki büyük bir ekonomik kriz ya da deprem (hafazanallah).Fakat Ayazma, Fikirtepe yıkılırken Gülsuyu, Gülensu yıkıma direnirken Tarlabaşı, Sulukule gibi tarihi mahalleler yıkılırken "Ay aman zaten oralarda da yaşanmazdı artık, her biri suç batağı olmuştu" diye halin üstünü örten İstanbulluların, şehirlerinin tümüyle Başakşehirleşmesine direnebilecekleri tek bir kozları bile kalmadı ellerinde. Bu mahalleler de birbirleriyle dayanışmayı yeterince beceremediler. Onlar birbirleriyle konuşamaz, halleşemezlerken yasalar yüzlerce defa değişti ve artık tanınmaz hale gelen kent hukuku sayesinde iktidar şehrin her bir santimetrekaresine arzu ettiği gibi müdahale edebilir durumda.

Çok tuhaf, bütün bunlar olurken AKP'li elitler kendi siyasi cemaatlerinden "bizim mahalle" diye söz etmeye başladılar. "Müslüman mahalle", "muhafazakâr mahalle" diyenler de var. Mahallenin namı, sokaklarında yürünen, evlerinde yaşanan, erguvanlarına aşık olunan, gülleri koklanan, komşunun komşuya mutfakta pişen yemeğin kokusunu borçlandığı, birlikte yaşanan, birlikte büyünen, kavga edilen, küsülen, barışılan, mahcup olunan, gurur duyulan, takdir görülen, gerektiğinde ayıplanılan mahalleden geriye kalanların üstünü örtmeye koyuldu.

Yeni taşınılan yerlerde kimse birbirini tanımıyor, tanımak yani sorumluluk almamak için de görmezden geliyor sitenin girişinde karşılaştığı kapı komşusunu. Eski mahallede herkes birbirini tanıdığı için kimsenin kendisi olmaktan utanmadığı halin yerini, olmak istediği yeni hale gölge düşürme korkusunun neden olduğu ketumluk ve içe kapalılık almış durumda. Agorafobik devasa sitelerde oksijensizlikten çürüyor eski evlerden yenilere taşınan tüm (nostaljik) değerler de. Gecekondulardan apartmanlara geçmek bir aşama kat etmek demekti. Gördüğüm kadarıyla geldikleri yerden, yani vaadin birinci aşamasının gerçekleşebilmiş halinden ve birbirlerinden pek memnun değiller. Bir arada yaşamalarını mümkün kılan şey onlara bütün bunları vaad etmiş olanın halen gücün merkezinde olması. Peki, mazallah, ya ona, hele bunca can yaktıktan ve her düzeyde hukuku hiçe saydıktan, yerle bir ettikten sonra bir şey olursa bu vaadin sonu ne olacak?

Yukardaki ve aşağıdaki iki fotoğraf, google.earth'ten. Ankara'da, doğduğum ve kısmen büyüdüğüm sokağın fotoğrafı. Çukurambar civarında bir gecekondu mahallesi idi. Mahalleli-müteahhit işbirliğiyle yok edildi. Yukarıdaki fotoğraf tepeden aşağıya inerken. Fotoğrafın hemen sol alt köşesinde ağzı görülen  minik taşlı yoldan 20-30 adım yürüyerek ulaşılan bir bahçe içindeydi evimiz. Bütün mahalle yemyeşildi, zorlukla görülürdü evlerin çatıları. Kavgası, dövüşü, dedikodusu çoktu. Ama kimsenin birbirinden, herhangi bir sitede yaşayanlar kadar korktuğunu, herhangi bir güvenlik görevlisini ya da mahalle muhtarını aralarındaki sorunları çözmek için işe koştuğunu görmedim. Sorunlar gene mahalle içinde çözülüyordu.  Hukuk dediğim şey de bu zaten. Çünkü insanlar, yıllarca bir arada yaşamış olmanın verdiği birikimle kimden ne bekleyeceklerini ya da beklemeyeceklerini bilerek sürdürüyorlardı bir arada kurdukları hayatlarını. Bu hukukun yerini sitelerde sayfalar dolusu yazılmış kural kitapçıkları, güvenlik görevlileri, apartman ve site yöneticileri, hatta banka memurları almış durumda. Alınan onca güvenlik önlemi ve düzinelerce prosedür bu "yeni dünya"nın hiç de cesur olmadığını gösteriyor daha ilk bakışta.

İkinci fotoğraf ise aynı sokakta aşağıdan yukarıya çıkarken görülen manzara. Sağdaki gri balkonlu bina (aslında çok kocaman ama ben onu küçülten bu açıyı tercih ettim) bizim evin yerini almış. Şimdi çöplüğe dönüşmüş o yol da sözünü ettiğim taşlı küçük yol. Çoktan terk edilmiş ancak muhtemelen müteahhit başlayamadığı için yıkılıp yenisi yapılmamış sol taraftaki o gecekonduda oturan komşularımızı ve öykülerini de anlatmayacağım. Çünkü derdim ne nostalji ne dedikodu. Fakat onların yokluğunda daha önce hiç olmadığı kadar yaşanmaz ve ürkütücü halde bu ev ve bu sokak.

Bu ikinci fotoğraf bir şey daha gösteriyor ki, o şey, Erdoğan'ın vaadinin peşine takılıp hiç de cesur olmayan "yeni dünya"larına taşınmış olanların kâbusu. Bizim evin yerine yapılan kocaman, pek lüks bina ila yıkılmış gecekondular arasındaki mesafenin ne kadar kısa olduğunun farkında mısınız? Hatta arada hiç mesafe yokmuş gibi? Ama bir sorun var: Artık o gecekonduyu yaşanılır kılan hukuk da yok. İşte o yüzden, mesafe kısa, ama katedilebilecek cinsten değil.

Önceki yazıda, AKP'lileri birbirlerinden korkutan ve yine birbirlerine bağlayan şeylerden birinin kendilerinden olmayanlara karşı işledikleri ya da işbirlikçisi oldukları suçlar olduğunu söylemiştim. Bu fotoğraftaki mesafenin kısalığı ve katedilemezliği de o bağlardan bir diğeri. Artık olmayan bir yere/hukuka dönemezler, o yüzden sırtlandıkları yeni yükler (suç) ne kadar ağır olursa olsun kendilerine gösterilen menzile varmaktan başka çareleri yok (Yahya Madra'nın dediği gibi, kendilerine o menzili vaad edenin rehini oldular). O apartmana ve diplerindeki yıkılmış gecekondudan yayılan korkuya hapsolmuş vaziyetteler. Mesele geriye kalanların varmak istedikleri menzil konusunda henüz bir fikir üretmemeleri. Çünkü Erdoğan'ın, onu gücün merkezine taşıyanlara vaadi, yalnızca onun gösterdiği menzile varmak isteyenleri değil, o menzile ikna olmayanları da yerlerinden etti. Aslında insanları değil, yeri, birlikte yaşama zeminini ortadan kaldırdı o vaad. Bu vaad ancak, Erdoğan'ın vaadine inanmayanların kim oldukları, kim olmak istedikleri ve nasıl bir yerde yaşamak istedikleri gibi çok temel sorulara cevap verecek takati bulmalarıyla şekillenecek. İşin umutlu tarafı: Bu sorular ne zamandır soruluyor ve cevaplanıyor. Tuhaf olan şu: Neden bu sorular ve cevaplar bir vaade dönüşmüyor ya da dönüşemiyor? 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ayşe Çavdar Arşivi