Boris, hudutlar ve kıyamet

Brexit de bir kıyamet projesiydi aslında. Büyük bir grup insanın nefret ettiği bir düzeni yıkma, intikam alma isteğiydi Britanya’yı Brexit’e iten. Sonra ne olacaktı? Hiçbiri düşünmedi ki.

Dünyayı kendine miras kaldı sananlar, toprağın ve okyanusların, ormanların ve ülkelerin tapularında isimlerinin yazdığını sananlar, isyan edenlere dudaklarının kenarında beliren aşağılayıcı bir tiksintiyle baktılar hep. İsyan büyümesin, şarkılardan eyleme geçmesin diye de kölelerinin ağzına bir parça bal, biraz umut çalmayı hiç ihmal etmediler. Bir gün daha iyi bir dünya kurabiliriz diyenler geldi, farklı ve çatışan kamplara ayrılsalar da, dünyayı daha iyinin mümkün olduğuna inandırdılar. En umutsuzlara bile ölümden ve yıkımdan başka bir şey vaat ettiler. Birleşerek, kavga ederek, hak arayarak, gelişerek, bu dünyanın yerine daha iyisini koyabiliriz dediler. Kimisi adım adım gelişime inandı, kimisi devrime. Kimisi bozuk parçaları düzeltmeye inandı, kimisi topyekûn değişime. Kimisi bütün insanlık için güzelleştirmek istedi dünyayı, kimisi sadece kendinden olanlar için. Ama ortak hedefleri yıkmak değil, inşa etmekti. Yıkmak sadece değişim için bir araçtı, hep sonrasını düşündüler. İnsanlık bu hayale ortak oldu, gerçeği karanlık kalsa da.

Eylül’ün ilk haftasında dünyanın en büyük yıllık siyaset bilimi kongresinde, en iyi çalışma seçilen araştırma kıyamet arayanlar hakkındaydı. Kendini efendi sanan beyaz Amerikalı adamlar, efendilerin elinde oyuncak olduklarını fark ettiklerinde, köle olduğunu hep bilenler gibi şarkılar ve bastırılmaya mahkûm isyan patlamalarına sığınmamıştı. Dünyayı yok etmeye karar vermişler ve yerine bir şey inşa etmeyi düşünmemişlerdi. Tek istekleri intikamın bal tadı, yok oluştan alacakları hazdı. Madem bu dünya onlara vaat ettiklerini vermeyecekti, yok olmalıydı. Belki sonrasında daha düzgün bir şeyler kurulurdu, o kısmı kalacak olanların sorunuydu. Onlar kıyametin atlılarını çağırmakla görevli hissediyordu kendini. Sur borusunu üflemek için interneti kullanma olanakları vardı, kullanıyorlardı. Açık bir isyanla değil, efendilerin hep yaptığı gibi, sinsice. İnternette çıkan her korkunç komplo teorisini yaymayı kafalarına koymuş, kendileri inanmasalar da, yaygınlaştırmaktan kaçınmamışlardı. Altımızdaki toprağı sıvılaştıracak, neye inanacağımızı şaşırtacak, sonu hızlandıracaklardı kaosun öncü birlikleri. Yalanlar en büyük silahlarıydı.

Donald Trump ya da Boris Johnson’a oy verenlerin bir kısmı -ne kadarı?- daha iyi bir gelecek için karar veren geleneksel seçmen modelinden burada ayrılıyor. Seçtikleri insanlardan beklentileri bir şeyleri düzeltmeleri değil, kıyameti hızlandırmaları. Oylarının karşılığını katmerli olarak alıyorlar. 

Brexit de bir kıyamet projesiydi aslında. Büyük bir grup insanın nefret ettiği bir düzeni yıkma, intikam alma isteğiydi Britanya’yı Brexit’e iten. Sonra ne olacaktı? Hiçbiri onu düşünmedi ki. Hâlâ düşünmüyorlar. Çünkü amaçları daha iyi bir düzen kurmak değil, içinde bulundukları düzeni yıkmak. Sonrası tufan. Akılsızca mı? Akılcılık ne getirdi bize, ne verdi, diye soruyorlar. Karşılarında duran herkesi dünyayı bu hale getiren efendiler olarak görüyorlar, aralarındaki baldırı çıplak ırgatlar da buna dahil. Akıl pencereden uçup gidiyor, sadece bir yok etme -ve bu uğurda gerekirse yok olma- arzusu dolduruyor içlerini.

Trump bunu anlıyor. Johnson bunu anlıyor. Karşılarındakiler, iyimserler, daha iyi bir gelecek ihtimaline, insanın değişebileceğine inananlar onları anlamadı. Akıl aradılar kıyamet borusunu üflemeye çalışanlarda. İntikam arzusu aklı ezip geçer, kötümserlik iyimserlikten daha ateşleyici bir güçtür. Bunları düşünemedik. Karşılarına her ülkede kurumlar koyduk, gelenekler koyduk, akıl koyduk. Kurumlar, gelenekler ve akıl sadece gelecek isteyen insanlara hitap eder, onu hesap edemedik. Johnson, dünyanın en eski demokrasisinin bütün kurumlarını, geleneklerini ezerek, resmi güçlerinden aldığı yetkileri, geleceğe inanan herkesin yüzüne tükürür gibi kullandı. Kıyamet vaat etmişti, kıyameti getirecekti. Ülkesel ölçekte. Ve biz bir kez daha inanamayarak, korkarak seyrettik. İngiltere bile mi? İngiltere bile.

Seçimsiz başbakan oldu Johnson, Theresa May Brexit sürecinin utancı ve yenilgisiyle istifa ettiğinde. Johnson’ın tuhaf kesimli, taranmamış saçları dahi geleneklere bir hakaretti. Saçlarını rengârenk boyayan, türlü şekillerde kestiren isyankâr çocuklarınki gibi, uzun saçlı adamlarınki gibi açık ve temiz bir isyan değil de, sinsi bir hakaret. Gevşetilmiş bir kravat gibi; ne çıkmış, ne bağlanmış. Brexit olursa, Avrupa’ya giden paralarımız İngiltere’ye dönecek, dediler. Peki İngiltere’nin Avrupa’dan aldığı onca yardım? Brexit olunca, İngiltere Brüksel kurallarından azat olacak, dediler. Peki tüketiciyi zehirden, kâr hırsından koruyan yüzbinlerce kural? İngiltere harika bir pazarlık yapacak, her istediğini alıp çıkacak Avrupa’dan, dediler. Eskisi gibi güçlü ve tek başına olacağız. Peki bütün kartları elinde tutan AB neden buna razı olsun? Göçmenlerden kurtulacağız, dediler. Peki Avrupa’daki onca Britanyalı göçmen? Uzaktaki bürokratlar yönetmeyecek İngiltere’yi. Doğru, ama ülkeyi bürokratlardan kurtarmanın amacı sermayenin kucağına oturtmak değil mi? Kıyamet isteyenler sonrasını düşünmese de, Johnson ve onun gibiler, aslında sadece kıyamet sonrasını planlıyor, yıkılmış bir düzenin içinden, efendilerin her şeyi ele geçireceği bir düzen çıkarmaya çalışıyorlardı.

İngiltere’ye kıyamet gelemedi henüz. Bu bir nefes arası mı bilemeyiz. İngiltere’nin masadan her şeyi alıp kalkacağı umulan pazarlıklara oturulduğunda, AB İngiltere’ye, bavulunu al ve çık, ev de, eşyalar da, çocuklar da, köpek de benim, pazarlık yok, imzaladığın kontrata bak, dedi. Kıyametse kıyamet. Johnson buna kendi partisini dahi tamamen ikna edemeyince, dahiyâne bir çözüm buldu. Geleneksel bir siyasetçinin yapmayacağı bir şey daha yaptı. Brexit’in son dönemecinde, başbakanlık yetkisini kullanarak meclis tatilini uzattı ve meclisin Brexit konusunu tartışmasını engelledi. Seçilmemiş başbakan, seçilmiş meclisi kapattı. Kâğıt üstünde bu kararı Kraliçe’nin imzalaması şarttı. Ancak Johnson biliyordu ki, Kraliçe (tıpkı geleneksel siyasetçiler gibi), teamüllere uygun hareket etmek ve başbakanın kendisine getirdiği her şeyi sorgulamadan imzalamak zorundaydı. Tıpkı Trump gibi, Johnson’ın da bütün gücü, karşısındaki herkesin gelenek ve kurallara saygılı olacağını bilmesinden geliyordu. Kendisi tüm gelenekleri çiğnerken, karşısındakilerin oyunu kurallara göre oynaması sayesinde başarabiliyordu her yaptığını. Ve karşısına aldığı hiç kimse, onun seviyesine düşemiyor, kuralları onun gibi çiğnemeyi kendine yakıştıramıyor, çaresiz kalıyordu. Tabii ki Kraliçe meclisin tatil edilmesini onayladı. Ve bir geleneğe uymak adına, bütün geleneklerin yok edilmesini seyretti.

Biz demokratik rejimleri yüzyıllardır sistem çöküşüne karşı, en kötüsüne karşı yavaş yavaş donattık, diye düşünüyordu herkes. Bir sürü kural, kurum geliştirdik olası darbelere karşı. Bu adamlar bir noktada bir duvara çarpacak. Sistem işleyecek. Onları oyunun dışına atacak. Sisteme insanlık atfettik. Sistemi bir kalkan sandık. Değildi. Sistemler insanlarca ayakta tutulur, insanlarca savunulur. Sistem başlı başına bir mekanizmadır, evet, ama yine de insanlar ona inandığı, insanlar onu sürdürdüğü sürece var olabilirler.

Ve birkaç gün önce, Johnson o duvara çarptı. O duvar soyut bir sistem değildi, bir insandı. Johnson, meclisteki haftalık sorgu saatinde, geleneksel siyasetçilerin yapmayacağı kadar boş konuşuyor, sorulan hiçbir soruya cevap vermemeyi başarıyordu, yakalanmamış bir suçlunun keyifli arsızlığı ile. Sonra Johnson’ın partisi Muhafazakârlardan milletvekili Phillip Lee parti grubundaki koltuğundan kalktı, sakince Liberal Demokrat Parti’nin tarafına yürüdü ve oturdu. Johnson tam konuşurken, gözü ona takıldı, şaşırdı bir an. Çünkü bir milletvekilini kaybedince, meclis çoğunluğunu ve hükümet etme yetkisini yitiriyordu. Bizim yıllardır yaşadığımız "bu gerçek değildir herhalde, bu kadarı da olmaz" hissini o an yaşadı o da. O milletvekili de muhtemelen aynı hisle kalktı yerinden. Kıyamet otobüsünün gazından ayağını çekmeye karar verdi, şahsi sınırlarını çizdi.

Ayarı kaçıran insanlar, o kadar çok sınır aşıyorlar ki, bir noktada ne onlar, ne de biz, hangi sınırda takılıp düşeceklerini tahmin edemez oluyoruz. Bütün o sınırlar teker teker yıkılırken, bu kadar da olmaz, diyoruz. Bu sefer olmaz. Olur. Oluyor. Çünkü o sınırları tutması gereken biziz. Bizim seçtiklerimiz. Bizim kurumlarımız. Kurumları oluşturanlar. İnsanlar. Bazen tek bir insan. Herkesin kendi hududunu korumadığı bir dünyada, hiçbir sınır yok aslında. Sorun sistem değil, düdük çalmaktan başka bir şey yapmayan bekçiler. Düdükten korkmayan birisi çıktığında şaşırıp, ona karşı yaptırımım yok deyip yerlerine oturuveren "kişi"ler. Trump’ı ve muadillerini durdurmayan da ondan nefret etse de, sunduğu iktidarın nimetlerinden vazgeçemeyen partilileri. Sistem değil, kişiler. Her sistem birçok çıkış yolu veriyor aslında.

Sonrası geldi. Aralarında partinin ağır toplarının da olduğu 21 milletvekili Johnson’ın anlaşmasız Brexit antlaşması imzalamasını engellemek için, antlaşma imzalama yetkisini erteleten bir yasa tasarısına oy verdi. Johnson planladığı gibi, oldu bitti ile Britanya’yı AB’den çıkaramayacak. Artık başbakanlık da yapamaz, meclis çoğunluğunu yitirdi. Şimdi isyankâr milletvekilleri partiden ihraç ediliyorlar. Sonrası umutlu bir belirsizlik. İngiltere’de bile mi, demeyi bıraktık bugün. Sistem, sistemi oluşturan bireyler kadar işler, onu hatırladık. Dünyanın her yerinde bunu hatırlamamız gerekiyor. Kıyamet hasretiyle hareket edenlerin, düzenin kurallarına saygı göstermeyeceğini artık anlamamız gerekiyor. Kıyameti getirmeye çalışanlara, onları kullanarak daha da büyük bir sömürü düzeni kurmaya çalışanlara karşı, sınırlarımızı -kişisel sınırlarımızı- çizmemiz gerekiyor, bize pahalıya mal olsa da. Sonra da bu berbat düzeni -yerine daha iyisini koymak üzere- şimdilik onlardan korumamız. Ferman başbakanınsa, oylar bizimdir, diyen İngiliz milletvekilleri gibi. Sistem biziz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi