Zindanlarda prangalı demokrasi…

YPG’yi terörist saymayı reddeden tüm kurum ve kişiler, Kürt özgürlük mücadelesine destek verenleri “terörist” sayma haksızlığına da son vermeli, demokrasinin prangalarını kırmalıdır.

NATO toplantılarından Türkiye’de demokratikleşmeye yarayacak bir şey beklemek zaten abesle iştigalden başka bir şey değil... Türkiye zamanında Kore’ye 4500 kişilik tugay rüşveti karşılığı kabul edilirken de ABD emperyalizminin doğu yakasındaki hudut karakolu diye görülen bu ülkeye "Aman önce demokrat olun da, ondan sonra gelin" diyen falan olmamıştı.

İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda Türkiye’yi yöneten CHP’nin, onun ardından gelen DP’nin Amerika’ya kul köle olmalarının, NATO’ya girebilmek için binbir manevra çevirmelerinin ardında gerçekten "demokratikleşme" değil, aksine TKP lideri Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledildiği günlerde Mustafa Kemal tarafından empoze edilen "anti-komünist" devlet çizgisine dış destek sağlama hesabı vardı.

Büyük savaş sonrası ABD ve onun Avrupa’daki kapitalist müttefikleri Komünist Parti yönetimindeki Sovyetler Birliği’ne ve onun müttefiklerine karşı bir Batı bloku oluşturup, ardından da NATO’yu kurunca, CHP de DP de önce ABD sömürgesi, ardından NATO’nun ileri karakolu olmayı büyük bir şevk ve iştiyakla kabullenmişlerdi.

Hatırlatayım… Türkiye’nin NATO’ya resmen kabul edildiği tarih 18 Şubat 1952… O kabulden bir yıl önce Türkiye siyasal tarihinin en büyük tutuklamalarından biri başlamıştı. Ülkenin 187 seçkin aydını Türkiye Komünist Partisi’ne üye oldukları ya da destek verdikleri iddiasıyla NATO disiplinine sokulan Türk Ordusu’nun bir askeri mahkemesinde yargılanmaktaydı.

DP iktidarı, NATO’ya kapağı atmanın ve her planda ABD desteğine sahip olmanın rahatlığı ve şımarıklığı içinde daha da ileri giderek kendisine ters düşen müseccel anti-komünistleri de baskı altına almaya başlayacak, örneğin 1954 yılında CHP’nin resmi organı Yeni Ulus Gazetesi’nin başyazarı 79 yaşındaki Hüseyin Cahit Yalçın’ı bile hükümeti eleştirdiği için zindana attıracaktı.

O Hüseyin Cahit Yalçın ki, iki gün önce facebook’taki yazımda da vurguladığım gibi, 1945 yılında CHP’nin sözcüsü Tanin Gazetesi’nde yazdığı "Kalkın Ey Ehli Vatan" başlıklı makalesiyle milliyetçi ve islamcıları kışkırtarak dönemin tek gerçek demokrat ve barışsever günlük gazetesi Tan’ın bürolarını ve matbaasını yakıp yıktırmıştı.

Demokrat Parti’nin 1960 darbesine kadar süren despotik uygulamaları karşısında NATO’dan karşı ses çıkması şöyle dursun, ABD militarizmi NATO şemsiyesi altında Türkiye’yi askeri bakımdan da tamamen kontrol altına almıştı.

Daha önce de kaç kez yazdım… Özgürlük ve demokrasi getirmek iddiasıyla DP iktidarını deviren MBK’cı subayların da darbe sabahı Türkiye radyolarından faşist albay Alparslan Türkeş’in sesiyle verdikleri ilk mesaj "NATO’ya ve CENTO’ya bağlıyız" yemini olmuştu. Bu yemine sadık olarak Pentagon’a Türkiye topraklarında yeni ayrıcalıklar tanınırken, anayasaya konan bir maddeyle Türk Ordusu’na siyasal yaşamda son sözü söyleme olanağı sağlayan Milli Güvenlik Kurulu oluşturulmuş, subayların kapitalist sınıfa entegre olmalarını sağlamak için de Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) kurulmuştu.

1971 ve 1980 faşist darbeleri, NATO güdümünde bu ayrıcalıklarla donatılan Türk Ordusu tarafından, ülkede gittikçe güçlenen sosyal uyanışı frenlemek, sosyalist ve anti-emperyalist örgütlenmeleri yasaklamak, yenilerinin kurulmasını engellemek için yapılmıştı.

Bugün Türkiye’yi islamcı faşizmin pençesinde zulmetler ülkesi haline getiren bir iktidar baştaysa, bunun temelleri de daha 50’li yıllarda Ortadoğu bölgesinde İslam’ı politize ederek sosyalist sisteme ve bağlantısız ülkelere karşı bir gerici kordon oluşturmayı amaçlayan Eisenhower Doktrini’yle atılmıştı.

Türkiye’yi uluslararası islamcı örgütlere üye yapan, okullarda din derslerini zorunlu kılan, bugünkü islamcı faşist yönetimin temellerini atan da ABD emperyalizminin emir kulu 12 Eylül Cuntası’dır…

Bu temel üzerinde önce MSP ile yarım, 2000’li yılların başında AKP ile tek başına iktidar olan islamcıların son zamanlarda ABD ve NATO ile, Fransa gibi bazı Avrupa ülkeleriyle çelişkide görünmesi, anti-emperyalist olduklarından değil, bölgesel süper güç olma hayalindeki Erdoğan’ın yayılmacı hesaplarının zaman zaman onların hesaplarıyla uyuşmamasından kaynaklanıyor.

3 Aralık 2019 tarihli Evrensel’de yayımlanan söyleşisinde NATO’nun komünizme karşı kurulmuş bir örgüt olduğunu anımsatan siyaset bilimci Ahmet Murat Aytaç son zamanlarda bu pakt içinde ABD’nin sadece Türkiye ile değil, diğer ülkelerden bazılarıyla yaşadığı sorunların nedenini şöyle açıklıyor:

"Varşova Paktı dağıldıktan sonra NATO kendine yeni bir misyon aradı. Mesela Kosova’da 'insancıl müdahale' doktrini çerçevesinde aktive edildi. Sonra da Afganistan’da 'teröre karşı savaş' konseptine uyarlandı. Günümüz dünyasında uluslararası siyasette güç dağılımını 'teröre karşı savaş'ın neresinde olduğunuz belirliyor. Emperyal hiyerarşi bunun üzerinden inşa ediliyor, savaşlar bunun üzerinden kuruluyor. AKP’nin itirazı bu kavramın yarattığı iktidar ilişkilerinin özüne dair değil. 'Terör’ü kendi anladığı biçimde tarif etmeye ve kabul ettirmeye çalışıyor. Mesela diyor ki, 'PYD de terörist.' Zaten NATO içinde son dönemde yaşanan uzlaşmazlıklarda terör kavramının içerdiği muğlaklıklar belirleyici oluyor. Zira anti-terörizm, anti-komünizm kadar toparlayıcı ve birleştirici bir kavram değil. AKP aslında 'teröre karşı savaş' üzerine kurulu hiyerarşileri bozmuyor, sadece bu hiyerarşinin oluşturduğu basamakları tırmanmak için kendine yer açma çabası içinde.

"AKP’nin pragmatik gerekçelerle girmiş olduğu yakınlaşmalar, Çin ve Rusya’ya yönelim, Türkiye’deki ulusalcıların bunu stratejik bir yönelimmiş gibi sunmasına olanak tanıyor. Bunlar uzun zamandan beri propagandasını yaptıkları ‘haysiyetli siyaset’, ‘Türkiye’nin bağımsız kimlik arayışı’ türü vurgulara bir dayanak gibi gösteriliyor. Halbuki böyle bir durum yok. Böyle şeyler NATO içerisinde her zaman oldu. Örneğin Charles de Gaulle’ün de NATO ile ilgili çıkışları olmuştu. Kıbrıs meselesinde İnönü ile Ecevit’in izlediği siyasetler nedeniyle NATO ile Türkiye arasında gelirim yaşanmıştı. Şu anki durum bu tepkilere kıyasla daha geri bir süreç.

"Uluslararası ilişkilerdeki iktidar yapılarına ve hiyerarşilere karşı çıkmayı bu ilişkileri halkların eşitliği ve birliği çerçevesinde örgütlemeye dönük antiemperyalist bir siyasetle karıştırmamak gerekir. Burada söz konusu olan, küresel güç mücadelesi içerisindeki ikincil güçlerin, AKP’nin kendi tabiriyle ‘bölge gücü olmak’ hevesindeki güçlerin. iktidar merdiveninde tırmanmak için attıkları adımlardır. Yoksa bunun anti-emperyalist bir tutum olduğu doğru değildir. Ulusalcılar böyle bir kafa karışıklığını ısrarla yayıyorlar. Aslında ulusalcı-milliyetçi kesimle AKP’nin bu konudaki işbirliğinin merkezinde anti-emperyalizm değil, Kürt sorunu karşısındaki çıkar birliği var."

Gerçekten de işi zaman zaman ırkçılığa kadar vardıran ulusalcılar, Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un Türk Ordusu’nun NATO’nun onayı olmaksızın Kuzey Suriye topraklarına girmesine karşı çıkışını ve Erdoğan’ın da buna hakaret dolu ifadelerle yanıt vererek NATO zirvesinde diğer üye ülkelere YPG’yi bir "terörist örgüt" olarak nitelemeleri için şantajlar yapmasını hararetle alkışlıyorlar.

Ne var ki, yalaka medyanın ve ulusalcıların tüm şişinmelerine rağmen dün NATO zirvesinin sonuç belgesi açıklandığında takke düştü, kel göründü. Zirvede Erdoğan’ın YPG’yi "terörist örgüt" olarak tanıma dayatması görüşülmediği gibi, "Baltık ülkeleri için yapılan NATO savunma planlarına onay vermeme" şantajı da dikkate alınmadı ve İslam dünyasının kerameti kendinden menkul lideri ABD’nin izinden giderek plana kabul oyu verdi.

İslamcıların ve ulusalcı müttefiklerinin zirve sonrasındaki tek teselli mükâfatı, ABD başkanı Trump’ın Merkel’le görüşürken "NATO üyesi Türkiye oldukça iyi bir iş çıkarıyor" demesi oldu.

Takke düşüp kel göründükten sonra, asıl konumuza dönelim.

Sorun sadece YPG’nin "terörist örgüt" olarak tanınıp tanınmaması mıdır? Sadece Suriye’de değil, birçok Avrupa ülkesinde, özellikle Fransa ve Belçika’da terörün daniskasını yapan İşid belasını bölge haritasından silen YPG’nin kadın ve erkek mücahitlerine böyle bir kara çalmak bittabi mümkün değildi.

Ama YPG’nin mücadelesi, sadece Suriye’deki İşid terörünü yok etme mücadelesi değil, aynı zamanda Kürt Ulusu’nun Ortadoğu coğrafyasındaki diğer üç ülkede, Türkiye, Irak ve İran’da onyıllardır sürdürdüğü son derece haklı ulusal kurtuluş ve özgürlük mücadelesinin bir parçasıdır.

Bu mücadeleye katılan ya da destek veren Kürt kuruluşların ve özgürlükçülerin sadece NATO ve ABD tarafından değil, Avrupa Birliği ve ona üye ülkeler tarafından da sırf Ankara’daki ırkçı ve islamcı despotları tatmin etmek için takip ve baskı altında tutulması insanlık adına utanç vericidir. Sadece Türkiye ve Irak’ta değil, Türkiyeli göçün bulunduğu tüm Avrupa, Amerika, Asya ve Afrika ülkelerinde on binlerin hemen her hafta çeşitli etkinliklerle destek verdiği, sahip çıktığı haklı bir mücadeleyi "terörizme hizmet" sayanlar, çoğunluğu bu ülkelerde eşit haklara sahip yurttaşlar olan bu insanlara karşı bir insanlık suçu işlemektedir.

Ya Türkiye?

Bu hafta Türk medyası Tayyip’in NATO seferi üzerine güdümlü haberler ve yorumlarla dolup taşarken, ekranlarımıza kadar ulaşan üç haberden hiç bahsedilmedi.

Edirne F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi’nde bulunan HDP’nin önceki dönem eş genel başkanı ve son seçimlerde cumhurbaşkanı adayı olan Selahattin Demirtaş’ın ciddi bir sağlık sorunundan dolayı hayati risk altında olduğu halde hastaneye sevki bir hafta süreyle engellenmişti.

Selahattin Demirtaş 4 Kasım 2016’dan beri, yani üç yılı aşkın süredir zindanda çile çekiyor.

Kandıra F Tipi Kapalı Cezaevi’nde bulunan HDP’nin diğer önceki dönem eş genel başkanı Figen Yüksekdağ şimdiye kadar dokuz davada 17 yıl hapse mahkûm edildiği halde 24 Aralık günü bir başka davadan yargılanmaya hazırlanıyor.

Figen Yüksekdağ da 4 Kasım 2016’dan beri, yani üç yılı aşkın süredir zindanda çile çekiyor.

İmralı F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi’nde bulunan Abdullah Öcalan’ın avukatlarına yönelik insan haklarına aykırı bir uygulamadan dolayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi geçen hafta TC Devleti’ni mahkûm etmiş bulunuyor.

Abdullah Öcalan 20 yıldır ıssız bir adadaki zindanda çile çekiyor, yakınları ve avukatlarıyla görüşmesi keyfi şekilde uzun süreler engelleniyor.

Bu üç siyasi şahsiyetin karakuşi hükümlerle zindanda tutulması karşısında susmak, insan haklarını ve özgürlükleri savunmayı görev edinmiş tüm kurum ve kişiler için bir yüz karasıdır.

Türkiye’de demokrasi zindanlarda prangalıdır.

Evet, Londra’daki NATO Zirvesi, Erdoğan’ın şantajlarına rağmen, YPG’yi "terörist" saymadı.

Eğer NATO ve AB gerçekten insan hakları ve özgürlükleri savunan örgütlerse, Kürt ulusunun özgürlük ve eşit haklar mücadelesine katıldıkları ya da destek verdikleri için tutuklanan, mahkûm edilen tüm siyasilerin serbest bırakılmalarını, ülkenin siyasal yaşamında özgürce yer almalarını sağlamalıdır.

Bu, Tayyip’in zindanlarında siyasal nedenlerle çile çektirilen onbinler için son derece meşru ve haklı bir istemdir.

Prangalar bir an önce kırılmalıdır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi