Bir fotoğrafın hikâyesi

‘Normal’ bir ülkede yaşıyor olsaydık fotoğrafı görmemden sonra yaşananlar bunlar olabilirdi. Öyle olmadı ama. Fotoğraftaki kimseye ulaşabilmem mümkün değil zira.

Bakmakta olduğunuz fotoğraf 2000 yılında Diyarbakır’da çekilmişti. Stajyer avukattım ben o zamanlar. Diyarbakır Barosu’na ayak bastığımda insan haklarıyla ilgilenen avukatlara British Council tarafından verilen bir İngilizce kursu olduğunu duymuştum. İngilizcem fena değildi aslında ama kursta hukuk İngilizcesi dersi var demişlerdi. İnsan hakları alanında çalışmalar yapabilmek için o derse katılmak, mesleğimizle ilgili dili, hukuk jargonunu öğrenmek çok gerekliydi. Baro’da çalışan arkadaşlara kursa katılmak istediğimi söylediğimde, bu mevzu ile ilgilenen yönetim kurulu üyesi olan Avukat Tahir Elçi ile görüşüp meramımı ona anlatmamı tavsiye etmişlerdi.

Galeria’nın karşısındaki bir apartmanın birinci katındaki avukatlık bürosuna gittim Tahir Bey’in. Sağ olsun, dinledi beni, yardımcı olmaya çalıştı. Bir miktar İngilizce bilen, insan haklarına ilgili duyan bir avukat adayıyla karşılaştığına sevinmişti. Bir yıl önce başlamış olan kursa katılmam için kursun hocası John Pattison ile konuşacağını söyledi. Birkaç gün sonra haber verdi. John Hoca bir seviye sınavı düzenleyip belirli bir seviyenin üzerinde puan alan tüm avukatları ve stajyerleri kursun ikinci yılına kabul edeceğini söylemiş. Gerekli puanı aldım, kursa başladım. Kurs arkadaşlarımla zaman zaman, en çok da John Hoca’yı dışarı çıkarmak için akşamları görüşür, muhabbet eder, bazen iki kadeh bir şeyler içerdik.

Fotoğraf işte o akşamlardan birinde çekilmişti. Sanırım o zamanlar Ali Emiri 4. Sokak’ta bulunan Mimarlar Lokali’ndeydik.

Tam 18 yıl sonra böyle bir fotoğrafla karşılaşınca bir nostalji yaşayıp, fotoğrafı, fotoğraftaki arkadaşlarıma gönderebilirdim. "Ay ne genç, ne zayıfmışız, aman kimse görmesin bu fotoğrafı" filan deyip hep beraber gülebilirdik. "John Hoca’dan haberiniz var mı?" diye birbirimize hocamızı sorup eski günleri anabilirdik. Kursun en iyisi, hocanın favorisi kimdi, sınavda kim kopya çekmişti, bunları tartışabilirdik. Bazı arkadaşlarımızın nasıl İngilizce öğrenemediklerini ama kurs dışında beraber takıla takıla John Hoca’ya çok güzel Türkçe öğrettiklerini hatırlayıp gülebilirdik. ‘Normal’ bir ülkede yaşıyor olsaydık fotoğrafı görmemden sonra yaşananlar bunlar olabilirdi. Öyle olmadı ama. Fotoğraftaki kimseye ulaşabilmem mümkün değil zira.

Fotoğraftaki kişilerden biri Tahir Elçi. Diyarbakır Barosu’nun başkanıyken bir televizyon programında yaptığı bir yorum nedeniyle hedef gösterildi, yargılandı. Sözlerinin arkasında durdu, boyun eğmedi. 3 yıl önce tam da bu hafta, Sur’a, Dört Ayaklı Minare’ye, kültürel mirasımıza sahip çıkmaya çalışırken, çatışmaların Sur’da yaşanmasına tepki gösterirken, o dönem çok az sayıda insan hakları örgütü temsilcisinin ve insan hakları savunucusunun çıkarabildiği sesi yükseltmeye çalışırken canından oldu. Katili bulunmadı, yargılanmadı. Adı, faillerinin bulunup yargılanmaları için mücadele verdiği faili meçhul cinayetler listesine bir yeni isim olarak eklendi. Ailesinin, meslektaşlarının, sevenlerinin yası bitmedi. Sur ise huzur görmedi. Geçen zaman içinde Tahir Bey’in gösterdiği tepkinin ne kadar yerinde, çıkardığı sesin ne kadar cesur olduğu anlaşıldı. Ama olan oldu, ölen öldüğü ile kaldı. Sur da önemli oranda yok oldu.

Fotoğraftaki kişilerden bir diğeri Fırat Anlı. Tanıştığımız zaman o da Baro’nun yönetim kurulu üyelerinden biriydi. İyi bir insan hakları avukatıydı; sonra iyi bir belediye başkanı oldu. 2009 yılının Aralık ayında KCK üyesi olduğu iddiasıyla tutuklandı. Tam 38 ay hapis yattıktan sonra tahliye oldu. Siyaset yapmaya, insan haklarını savunmaya, Diyarbakırlıların dertlerine çareler üretmek için çabalamaya devam etti. 2014 yılında Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin Eş Başkanı oldu. Bu göreve devam ederken 2016 yılında tekrar tutuklandı. Yargılandı. 9 ay sonra tahliye oldu. 4 gün sonra hakkında yeniden tutuklama kararı verildi. O, aşkla bağlı olduğu, hiçbir koşulda, hiçbir mevki için bırakamadığı şehrine, Diyarbakırlılar ise ona hasret kaldı.

Fotoğraftaki diğer kişi ise Avukat Sedat Özevin. İnsan haklarının korunması için mücadele veren, risk alan avukatlardan biriydi. İnsan Hakları Derneği’nin Batman Şubesi’nin ve Batman Barosu’nun başkanlığını yapmıştı. 2010 yılında Batman’da yola döşenen bir mayının yol açtığı patlamada arabasındaki üç kişi ile beraber hayatını kaybetti. Fotoğrafın çekildiği akşam tesadüf aynı mekandaydık. Masamıza gelip dostlarıyla muhabbet etmişti bir süre.

Türkiye gibi bir ülkede yaşıyorsan, taşındığın için kolileri açarken, albümleri karıştırırken karşına çıkan bir fotoğraf seni geçmişe götürüp biraz hüzünlendirmekle kalmıyor; fotoğraftakilerin yaşadığı haksızlıkların ve trajedinin yanı sıra bir halkın tarihini, talihini de anlatıyor. Adına ‘Kürt sorunu’ denilen ama esasında ülkenin bir türlü demokratikleşememesi, eşit vatandaşlığın kabul edilip hayata geçirilememesi sorunu nedeniyle ne çok evin duvarında ya hapiste ya da hayatını kaybetmiş ya da uzaklarda olan, o evin biriciklerinin fotoğrafları asılıdır. Belki bir gün bu ülke de değişir. Duvarlarımızı, albümlerimizi mutlu anlarda çekilmiş ya da görünce yüzümüzü güldüren fotoğraflar doldurur. O gün gelinceye kadar kaybettiğimiz ya da özgürlüğünden mahrum bırakılan canlarımızın anısına sahip çıkmaktan, mücadelelerini sürdürmekten başka çaremiz yok.*

O fotoğraf karesinde yer alıp bugün konuşabilecek, bir dert anlatabilecek durumda olan ve bu coğrafyada yaşayan tek kişi benim. Bunun ağırlığının nasıl bir şey olduğunu anlatacak kelimelerle tanışmadım henüz. Anlatmaya gayret etmemeye karar verdim.

John Hoca’yı merak ettiyseniz, o yıllarda 70 yaşın üzerindeydi. İnanılmaz bir enerjiye ve mizaca sahipti. Çok neşeliydi. Bizim yaşlılarımıza hiç benzemiyordu. İnsan ‘normal’ bir ülkede büyüyünce, arzu ettiği hayatı yaşayınca demek ki böyle de yaşlanabiliyor diye düşünürdük ona baktıkça. O yaşta Türkçe öğrendi, hepimizle arkadaş oldu. O kursa katılan herkesin hafızasında çok güzel bir yeri vardır John Hoca’nın. Benim için ise kıymeti daha da büyüktür zira bize hukuk İngilizcesi öğretmekle kalmadı, İngiltere’de burslu yüksek lisans yapmam için bana yol gösterip, teşvik de etti. Diyarbakır’daki işi bitince Antalya’ya yerleşti. Cep telefonunun ve internetin yaygın olmadığı yıllardı. Birkaç kere mektuplaştık ben İngiltere’de öğrenciyken. Sonra bağlantımız kesildi. Eğer hayattaysa şu anda en az 88 yaşında olmalı. Bizi biz yapan çorbada onun da tuzu oldu. Her nerede ise sağ olsun, huzuru bol olsun.

*Bu hafta Diyarbakır Barosu’nun düzenlediği etkinlikler ile Tahir Elçi’yi anmaya, adalet talebimizi çoğaltmaya çalışacak, yasımızı tutmaya devam edeceğiz. Tahir Elçi’yi Anma Haftası Programı’nın detayları için:

http://www.diyarbakirbarosu.org.tr/tahirelcianmahaftasiprogrami/1424

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi