Roboski kararı ve ‘Hak temelli hukukçuluk’ sorunu

Yıllardır bir yerlerde bir şeyleri eksik ya da yanlış yapıyoruz. Pek çoğumuz işin bir ucundan tutuyoruz ama onca yıllık deneyime rağmen bir şeyler yolunda gitmiyor.

AİHM’nin Roboski katliamı konusunda verdiği kabul edilmezlik kararı herkesin vicdanında derin yaralar açtı. Bu karar nedeniyle, Roboskili ailelerin yıllardır türlü zorluğa, baskıya, gözaltılara ve tutuklanmalara rağmen verdikleri adalet mücadelesine eşdeğer titizlikte bir hukuki mücadelenin Türkiye’deki mahkemeler önünde verilmediğini üzülerek öğrenmiş olduk. Bu konuda çokça yazılıp çizildi ve Roboskili aileler hem yaptıkları basın açıklaması, hem de basına verdikleri röportaj yoluyla bu konuya ilişkin isyanlarını, sitemlerini, yüreklerindeki yangını anlatmaya çalıştılar. Roboski davasının iç hukukta temsili konusunda avukatların ve kurumların ihmalleri, AYM’nin ve AIHM’nin usul açısından başka türlü kararlar verebilecekleri konusundaki tartışmaları bir kenara bırakıyorum. Zira bu yazının konusu genel olarak 90’lı yıllardan beri gerçekleşen ağır insan hakları ihlalleriyle ilgili olarak yürütülen hukuki yardım çalışmaları(mız) ve insan hakları avukatlığıdır. Bu yazının herhangi bir avukatı, baroyu ya da hukuki yardım konulu çalışmalar yürüten sivil toplum kurumunu (STK) itham etmek amacıyla yazılmadığını baştan belirtmek isterim. Bu aktörlerin sınırlı kaynaklarla ve bin bir türlü fedakârlıkla nasıl çalışmalar yürüttüklerinin farkındayım elbette. Amacım olmuş bitmiş pratikleri ve bunlarda rol almış olan kişi veya kurumları yargılamaktan ziyade ağır insan hakları ihlallerinin soruşturulması ve bu tip suçlar nedeniyle mağdurun tazminat elde etmesi için gelecekte yürütülebilecek çalışmalar konusunda gelişmesini umduğum yapıcı tartışmaya bir katkıda bulunmaktır sadece.

Şahsen hemen hiç avukatlık yapmadım ama konuyla ilgili çalışmalar yürüten bazı avukatlar, barolar ve STK’lar ile farklı zamanlarda ve platformlarda iş birliği yapma ve çalışmalarını, sahada işlerin yürütülmesinde nasıl zorlukların yaşandığını biraz olsun gözlemleme fırsatım oldu. Farklı şehirlerde avukatlık yapan ya da insan hakları savunucusu olan çok sayıda arkadaşımla da defalarca bu konuda sohbet ettik; gözlemlerini, şikayetlerini, önerilerini dinledim. Dolayısıyla yazıyı benim gözlemlerimle beraber sahada çalışan kişilerin deneyim ve önerilerini de dikkate alarak ve yalnızca en yakıcı birkaç meseleyi ele alarak yazmaya çalıştım. Yazıda anlatılan pratiklerin yalnızca bazı avukatlar ve kurumlarla ilgili olduğunun altını tekrar çizmek isterim.

Gözlemleyebildiğim kadarıyla bazı avukatlar, barolar ya da STK’lar arasındaki maddi ya da siyasi temelli rekabet ya da siyasi görüş farklılıkları mağdurların adalet arayışında gösterilmesi gereken dayanışmanın önüne kısmen ya da tamamen geçebiliyordu. Yani bir kişi ya da kurum, bir nevi ‘rakip’ olarak ya da siyaseten uzakta gördüğü kişi ya da kurumun davasına ya da çalışmasına ilgi göstermeyebiliyordu. Benzer kaygılarla, basına yansıyan bazı davaları temsil eden bazı avukatlar, başka avukatların ya da kurumların desteğine çok sıcak bakmayabiliyordu. Basında görünür olma, dolayısıyla avukatın ya da kurumun da basında yer alma ihtimali barındıran davalara ilgi daha fazla, görünürlüğü az olan davalara ilgi ise sınırlı olabiliyordu. Faili meçhul cinayetlerle ilgili olarak açılmış olan bazı davaların duruşmalarına çok az avukat, STK ve siyasetçi katılıyor; müşteki yakınları, sanıkların akrabalarının ve güvenlik güçlerinin kalabalığı arasında ‘sahipsiz’ kalıyordu.

Faili meçhul cinayetler ya da başka suçlar konusunda yeni soruşturmaların açılması için avukatları ya da kurumları mobilize etmek o kadar da kolay değildi. Yıllarca sürecek bir hukuk mücadelesi gerektiren, adeta dosyanın savcılığının yapılmasını mecburi hale getiren dosyalara ya da yeni soruşturma ihtimallerine pek çok avukat ilgi göstermiyordu. Deneyimli bazı avukatlar bu yoğun mesai gerektiren işler için fazla yoğun, daha genç bazı avukatlar ise kendilerine yıllarca herhangi bir ekonomik ya da siyasi fayda sağlamayacak olan bir çalışmaya katkıda bulunmak için biraz gönülsüz olabiliyorlardı. Elbette ki adalete olan inancın sarsıldığı, avukatların, STK’ların, siyasetçilerin her gün onlarca basın açıklamasına, eyleme, duruşmaya ve etkinliğe koşturduğu bir coğrafyada tüm bunlar belirli bir oranda anlaşılabilirdi. Ayrıca bu anlattıklarımdan farklı pratikler sergileyen kişi ve kurumlar da vardı ama yine de daha fazlası ya da iyisi yapılabilirdi.

Gözlemlediğim bir başka şey de ağır insan hakları ihlallerine, yani gözaltında kayıplar, faili meçhul cinayetler, işkence ve köylerin yakılarak ya da zorla boşaltılması gibi suçların yol açtığı maddi ve manevi zararın tazmin edilmesi konusunda açılan davaları temsil eden bazı avukatların (ki bunların arasında serbest çalışan avukatlar olduğu gibi çeşitli STK’lar üzerinden bu başvuruları alanlar da vardı) tazminat komisyonlarının ya da AİHM’nin kendilerine ödenmesine karar verdiği vekalet ücretine ek olarak mağdurlara ödenecek olan maddi/manevi tazminattan değişen oranlarda pay almalarıydı. Bu konuda sohbet ettiğim bazı avukat arkadaşlarım Avukatlık Kanunu’nun kendilerine böyle bir hak verdiğini ve müvekkilleri ile anlaşmaları halinde kazandıkları tazminatın yüzde 25’ini dahi almaya hakları olduğunu ve bazı avukatların tazminatlardan buna yakın oranda pay aldığını söylemişlerdi. Uygulamada ise avukatlar genel olarak yüzde 10-15 arasında değişen oranlarda tazminattan pay alıyorlardı. Ve görebildiğim kadarıyla bu çok yaygın ve epey normalleştirilmiş bir uygulamaydı. Pek bir kimsenin bu uygulamaya eleştirel bakması da mümkün değildi. Zaman zaman bu konuda birkaç satır yazılıyordu ama bu sesler genellikle çok cılız kalıyordu. Tabiri caizse ilk taşı ‘masum’ olanın atması gerekiyordu ve galiba bu mümkün değildi.

Farklı ülkelerde insan hakları avukatlığı yapan ya da hukuki yardım veren STK’lar, üniversiteler görmemiş, tanımamış olsam belki ben de bu pratiğin ‘normal’ olduğunu düşünebilirdim ancak bugüne kadar diğer ülkelerde anlattığıma pek benzer bir pratiğe rastlamadım. Sohbet ettiğim, başka bir ülkedeki bir STK yöneticisi davalardan kazanılan tazminatların bazılarının yüzde 5’inin kurumlarına katkı olarak ayrıldığını ancak yüzde 15-20’lere varan oranlarda bir payın avukatlar ya da STK’lar tarafından alınmasının kendileri için epey kabul edilmez olacağını söyledi.

Şahsen, STK’larda çalışan kişilerin de, serbest olarak çalışan avukatların da emeklerinin karşılığını almaları gerektiğine inanıyorum. Hatta bazı çalışmaların gönüllü olarak sürdürülmesinde ısrar etmenin, kişilerin liyakatlarına değil siyasi görüşlerine göre görevlendirilmeleri kadar zararlı olabileceği kanaatindeyim. Ancak emeğin karşılığının ne olduğunu biraz düşünmemiz gerekiyor galiba. Örnek olarak çok sayıda mağdurun beraber temsil edildiği bir davada mağdurlara toplam olarak 200.000 EURO tazminat ödenmesine hükmedildiğinde davanın avukatının aldığı vekalet ücretine ek olarak tazminattan 40.000 EURO alması ve geri kalan tazminat miktarının bazen onlarca mağdur arasında paylaştırılması pek de hakkaniyete uygun bir emek karşılığı gibi görünmüyor, değil mi? Hele ki söz konusu mağdurlar büyük oranda evi barkı yakılmış, köyü boşaltılmış, yıllardır büyük yoksulluk içinde yaşayan kişiler ise… Başka konularda açılan davalar için bir şey diyemem ama bu tip davalarda mağdurlara ödenen tazminattan pay alınmaması ya da en azından alınan pay için daha düşük bir üst sınırın belirlenmesi mümkün değil mi acaba?

Gözlemlediğim bir diğer husus, her ne kadar ağır insan hakları ihlallerinin soruşturulması konusunda genel olarak barolar ve STK’lar duyarlılık gösterseler de hukuki yardım veren ve aynı zamanda gerekli savunu çalışmalarını sistemli olarak yürüten kurumların sayısının çok az olduğuydu. Burada her bir kurumun binlerce hak ihlaline aynı anda koşmaya çalıştığının, maddi olanaklarının ve insan kaynaklarının ne kadar sınırlı olduğunun farkında olduğumu ve hiçbir şekilde haksızlık yapmak istemediğimi belirtmek isterim. Ancak 90’lı yıllarda AIHM’e, daha sonraki dönemde kurulan tazminat komisyonlarına başvurular yapıldığında öyle görünüyor ki bölgede mağdurların başvurularının hangi ilkelere uyularak, nasıl alınacağı konusunda yaygın ve iyi işleyen bir sistem kurulabilmiş değildi. Daha sonra gerçekleşen Roboski katliamının mağdurlarının adalet arayışında da anlaşıldığı kadarıyla iyi işleyen bir mekanizma kurulamamıştı. Mevcut OHAL rejiminde gerçekleşen başka hak ihlalleri mağdurlarına hukuki yardım vermek konusunda da durum pek farklı değilmiş gibi görünüyor. Mevcut rejimin belediyelerin, siyasetçilerin, STK’ların üzerinden buldozer gibi geçtiğinin farkındayım elbette. Ancak son iki yıldan önceki görece daha ‘ferah’ günlerde de anlattığım sorunlarla ilgili olarak pek bir gelişme gösterebilmiş değildik.

Sonuç olarak demek istediğim şu ki, yıllardır bir yerlerde bir şeyleri eksik ya da yanlış yapıyoruz. Pek çoğumuz işin bir ucundan tutup bir şeyler yapmaya çalışıyoruz ama onca yıllık deneyime rağmen bir şeyler yolunda gitmiyor. Kişisel ya da kurumsal faydalar ya da siyasi kaygılarla alınan tutumlar, zaman zaman mağdurların adalet arayışına zarar verecek düzeye varabiliyorlar. 

Olan olmuş, kimilerimizin vicdanında ağır yaralar bırakarak geçmişte kalmış. Ama bari bundan sonra insan hakları ihlallerinin mağdurlarının adalet arayışlarında nasıl yanlarında durulabileceğimize dair bir ilkeler manzumemiz olsa, avukatların, baroların, STK’ların hangi koşullarda mağdurlara yardım edebileceklerine ilişkin temel ilkeler ortaya koysak ve en azından bu temel ilkelere riayet etmeyen kişi ve kurumların bu alandaki varlıklarının ve/ya yeterliliklerinin sorgulanmasına zemin hazırlayacak bir ortam yaratsak belki durumun iyileştirilmesine bir katkı sunabiliriz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Nurcan Kaya Arşivi