İtaat kültürü 2: Mutlak bağımsızlığın imkansızlığı

Çocuklar anne-babalarına, Tanrı’ya, vatana, millete doğuştan borçlu olarak dünyaya geliyorlar.

Otonom ve bağımsız olmak karmaşıklık arz eder. Bir yandan öteki olmak, bağımsız ve otonom olmak, anneye gereksinimimiz olmadan varlığımızı sürdürmek istiyoruz. Ama diğer taraftan bu bağımsızlığın ‘kabul edilmesi’ için ‘ötekine’ gene de bağımlıyız. Ötekinin onayıyla kendimin kendim olduğunu kabul eder ve ettirebilirim. Bu da mutlak bağımsızlığın imkansızlığı demektir. Mesele, bağımlılıkla bağımsızlık arasında iki taraf için de kabul edilebilir dengeler kurabilmektir. Bağımlılık boyun eğmeye zorluyorsa, egemenliğin son bulması anlamına geliyorsa sıkıntı büyür. İnsanlar itaat etme korkusundan uç noktalara savrulup, bağımlılığın bütünüyle reddini bağımsızlık olarak algılayabiliyorlar. Muhtaç olma korkusuyla bağlanmaya ve bağımlı olmaya karşı korku oluşuyor. 

Bağımlılık ve bağımsızlık arasındaki dengeler aileden aileye, kültürden kültüre de farklılık gösterebiliyor. Bağımlılığın zorunluluğu, kendilik, öznelik ve kimlik dediğimiz konuların sınırlarının olduğunu anlamaya, kişinin kendi gücünün sınırlarını tanımasına ve kabul etmesine yol açıyor. İnsanlar tanrısal sonsuzluk ve sınırsızlığın olmadığını kabul etmek durumunda kalıyorlar. İşte bu durum ‘ben’i ötekiyle ortaklaşmaya, uzlaşmaya ve onunla ortak bir yaşamın çerçevesini çizmeye zorluyor.

Tüm hikaye anne-babanın isteğiyle başlıyor. Başlangıçta asimetrik bir ilişki vardır. Çocuğun doğumunu, adının ne olacağını, hangi dili konuşacağını anne-baba belirler ama zamanla çocuk aileye mesafe koyarak kendi kişiliğini geliştirir. Kolektif kültürlerde çocuğun bireyselleşmesi engellenir ve anne-babanın arka tekeri olmaya, onları izlemeye zorlanır. Örneğin çocuğun okumasını anne-baba isterken çocuk bazen bunu içselleştirerek ve bireyselleştirerek üstlenebilir. Yani kendisi istediği için okulunu sürdürür. Okul hayatının uzunluğu çocuğun okul süresince anne-babaya bağımlılığı anlamına da geliyor. "Uzatılmış ergenlik" dediğimiz bir durum ortaya çıkıyor. Bu da gencin bireyselleşmesini engelliyor. Bu bağımlılık genci aileye tabi ve onlara eyvallah eden bir konuma getiriyor; bağımsızlık zorlaşıyor. 

Gencin hangi bölümü okuması gerektiği bile kolektif bir karar oluyor. Bireyselleşmeyi aileye bir tehdit gibi gören kolektif kültür bireyselleşmeyi, yani ötekinin öteki olmasını olabildiğince engelliyor. Karşılıklı bağımlılığı kabul etmek, bir denge oluşturmak yerine çocuk, "çocukluk vazifeleri" ve "hayırlı evlat" tasarımlarıyla itaate, boyun eğmeye zorlanıyor. Çocuklar anne-babalarına, Tanrı’ya, vatana, millete doğuştan borçlu olarak dünyaya geliyorlar. Her çocuk bir gün anne-babasına bir tartışma anında ‘Neden beni dünyaya getirdiniz?’ sorusunu yönelterek, onları birinci derecede sorumlu tutabilir. Aynı soru Tanrı’ya da yöneltilebilir. Ama bu soru ‘vazife’ konseptiyle sorulamaz hale getiriliyor; anne-babanın ve Tanrı’nın kuralları da böylece sorgulanmadan kabul ediliyor ve boyun eğiliyor. Büyükler ne yaparlarsa haklıdırlar çünkü! Ve bu onları tanrısal bir konuma da getirir. 

Anne-baba çocuğun iradesini kırıp onu itaate zorlarken bulunan açıklama şudur: "Senin iyiliğin için!" Çocuk itaat konseptiyle, kendisine yapılanın ya da kendisinden istenenin ilk bakışta zararlı gibi görünse bile orta ve uzun vadede kendi yararına olduğunu düşünür: ‘Annem ve babam iyi insanlar ve benim iyiliğimi düşünüyorlar.’ Böylece, ‘otorite benden bir şey yapmamı istiyorsa mutlaka bir bildiği vardır ve o bildiği benim yararımadır’ düşüncesi içselleştirilir. Bu durumlarda çocuklar anne-babadan korktukları için onları sorgulayamazlar. İtaat kültürü bu şekilde itaat ile vicdan arasındaki seçimi de ortadan kaldırabiliyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi