'Yaşar Kemal’in en sevdiği şarkılardan biri benim şarkımdır'

Kürtçe müziğin önemli seslerinden Rojda. Şimdiye kadar 5 albüm çıkaran sanatçı hayatını ve müzikle olan ilişkisini Artı Gerçek'e anlattı.

Seran VRESKALA


Artı GERÇEK – Rojda ‘güneşin doğduğu an’ demek. İsmini kendi seçmiş ve onunla bütünleşmiş. O kadar minik ki gerçekten ama olduğunuz yere sizi mıhlayan bir sesi var. Bir uzun hava okuyor, sizi buralardan uzaklara götürerek, bambaşka bir yolculuğa çıkarıyor. Siirt’in Kurtalan ilçesinden… 10 kardeşler; 8’i erkek. Bu kadar erkek egemen bir aileye, köklü geleneklere, törelerine rağmen karların içinden baş vermiş bir kardelen gibi öyküsü… Savaşa savaşa gelmiş bugünlere… Müzik onun için ekmek su gibi bir ihtiyaç; hatta bir nefes kadar önemli ve kutsal. Sözlerinden müzik olmadan yaşayamayacağına inanıveriyorsunuz hemen. Daha evvel verdiği bir röportajda 90’ların sonunda Kürtçe yasağı kalkana kadar hep Türkçe şarkılar dinlediğini söylemiş. Annesinin söylediği ‘kılam’lar (sözler) ve ‘stran’larla (şarkılar) büyüdüğü için en iyi ‘dengbej’lerin (Kürt ozanlar) anneler olduğunu söylüyor. Hatta bu yüzden ilk kez kendi toplumunun kadınlarını ve sadece onların hikayelerini, acılarını anlatan bir albüm yapmış; bir nevi kadın dengbej aslında… Bugüne kadar tam 5 albümü olan Rojda, bu yıl içerisinde yaptığı ‘Siyam’ (Gölgem) isimli son albümünü sahibi olduğu prodüksiyon şirketinden çıkarmış.

- Herkes bu minicik kadından nasıl oluyor da bu kadar güçlü ses çıktığını merak ediyor. Sizin topraklardan hep böyle güçlü sesler çıkıyor; ikliminden mi suyundan mı yediklerinizden mi yaşadığınız acılardan mı? Neden kaynaklanıyor dersin?

Allah vergisi aslında… Elbette iklimin de bir etkisi vardır ama benim gibi minik sanatçılardan bahsediyorsan, dünyada çok güçlü sesler nedense genelde kısa boylu insanlardan çıkıyor. Pavarotti, Sezen Aksu, Sertab, Şiwan Perver bunlara en iyi örnektir. Bu da benim en büyük tesellim galiba. (Gülüyor)

- Ama sizin topraklardan çıkan seslerde başka bir şey var, feryat gibi. Bir şeyle yoğuruluyor sesler sanki!

Acıyla aslında. Acı ve tarihin nefes aldığı coğrafyanın sahip olduğu muhteşem güzelliklerle yoğuruluyor belki de. İnsanların zihninde bir ahenk yaratıyor bu. Edebi dille buluştuğu zaman bu bahsettiklerim, ortaya çok değişik bir ahenk çıkıyor. Mesela düğünlerde şarkı söyleyen kadınlardan o kadar değişik sesler çıkıyor ki! Albümlerimde mutlaka bizim yörelerden bir şarkıya yer veririm bu yüzden.

- O yöre şarkıları masal gibi geliyor ama içinde genelde hep gerçek hikayeler oluyor sözlerde.

Öyle çünkü. O coğrafyayı, yaşanılan dönemleri anlatır şarkılar. Halayın ne olduğunu anlatıyor; gelinin evden çıkarken ki duygusunu, ailesinin neler hissettiklerini, düğündeki toplumun bilincini, duygusunu o kadar güzel anlatıyor ki! Bazen çok tiz, bazen çok pes, bazen yumuşacık kadife gibi ama çoğu zaman çok naiftir sesler, dinle bak! Tüm bu sesleri birleştir bak, bambaşka bir koro oluyor.

- Aslında beni daha çok etkileyen ses tonu değil de yorum sanırım. Ses ne kadar güzel olursa olsun, iyi yorumlayamıyorsa, söylediğini hissettiremiyorsa bir hiçtir.

Yaşanmışlık vardır yorumlarda. Hissiyat vardır. Zaten bizim yörelerin şarkılarını bir şey hissetmeden okuyamazsın. Dengbêjler var, sözlü tarihten bahseder, bizi bugüne getiren şartları anlatır. Stranbêjler ise duyguları ifade eder. Bizim yazılı değil sözlü tarihimiz var biliyorsun. Dengbêj bu yüzden farklı bir stildir, farklı bir duygudur, farklı bir akımdır, farklı bir dünyadır. Onu herkes okuyamaz. İçinde ya vardır ya yoktur. 

- Bir nevi bizdeki ozanlar gibi dengbêjler…

Aynen. Ama en büyük dengbejler annelerimizdir bizim. Çünkü bir dengbêji bir anne yetiştirir. Ona sadece bilgi değil, duyguları da aktarır. Onu dünyaya böyle hazırlar. Eğitim orada başlar bizde. İyileri de yaratıyor, kötüleri de ama bizde iyi daha çoktur, çünkü annelerin etkisi vardır bunda.

- Ama dengbêjlerin çoğu erkek.

Öyle. Çünkü bizim kapalı bir toplum olarak erkek egemen bir yapımız var. Kadınlar ayrı söyler, erkekler ayrı söyler. Erkeğe has, kadına has şarkılar vardır. Kadından şarkıcı olmaz inanışı vardır ama onları yetiştiren bir kadındır aslında. Sadece cinse değil, döneme has, olaylara has, iklime has şarkılar vardır. Diğer coğrafyalarda kadınlar bu kadar tarih kokan duygulu şarkılar söylerler mi bilmiyorum, adetlerden, geleneklerden söz eden… Bu toplumda insanlar duygularını böyle ifade etmişler. Her bölgenin dengbeji de farklıdır, Serhad farklıdır, Botan farklıdır. Serhad’ı taklit edebilirsin ama Botan’ı edemezsin. Çok zordur. Mesela ben bir Şırnaklının beyitlerini onlar gibi okuyamam, çünkü mümkün değil. Serhadlı değilim ama mesela Şakiro’nun (en ünlü dengbêjlerden) şarkılarını rahatlıkla okuyabilirim. Bugüne kadar hiçbir kadın da Şakiro’nun şarkılarını okumamıştır çünkü çok sert ve çok zor. Bir erkek bile o duyguyu veremezken, kadının vermesi çok daha zordur. Herkes cesaret edemez. Çok hızlı bir tarzı var, yakalayamazsın. Bizim coğrafya düzlüktür mesela, ovalıktır; dağlık değildir. Mesela oradakilerin sesleri çok farklıdır, ovada yaşayanların sesleri çok farklıdır. Kadınları daha özgürdür. İklim de etkili; düzlükte yaşayanların sesleri daha yumuşak, daha düzdür. Bak sadece sesi, şarkıyı, yorumu değil dili de etkiliyor şartlar. Oralar çok zengin bir coğrafya olunca, bu yaşayan her şeye yansıyor. Mayamızda var belki de.

- Deden bir ‘mele’, yani din alimi. Nasıl oluyor da bir din aliminin torunu şarkıcı oluyor?

Ona dönüşmek çok zor oldu ya! İstanbul gibi bir yerde bile ‘tiyatrocu, sinemacı, şarkıcı olacağım’ demek, bunu yaşamak zorken, oraları düşün bir de. Çünkü müzisyenlik, şarkıcılık bir meslek değildir. Saygı duyulan bir dal değildir.

- Halbuki şarkılarla duyguların ifade edildiği bir coğrafya orası.

Sanatçılıkta hala farklı bir imaj mevcut, sen ne kadar iyi niyetli olursan ol! Kürt toplumunda, değişimle dönüşümün savaşla olduğu topraklarda kadına verilen değer konusunda bir değişim var şimdilerde ama yeterli değil. Metropollerde bile ‘kadın özgürdür’ lafı ne kadar havada kalsa da biz de bu duruşun arkasına sığınıp, ‘biz de ayaklarımızın üzerinde durmak istiyoruz’un savaşını vermeye çalıştık yıllarca.

"ETNİK KİMLİĞİ GEÇ, ÖNCE KADIN OLARAK VARLIĞINI KABUL ETTİRMEYE ÇALIŞIYORSUN"

- Zaten ülkede kadın olarak bir azınlığız; bir de Kürt, Ermeni ya da Alevi doğunca iki kere yaşıyorsun o duyguyu… Azınlığın içinde de azınlık oluyorsun ister istemez.

Kesinlikle. İki anlamda da mücadele veriyorsun. Etnik kimliği geç, önce kadın olarak varlığını kabul ettirmeye çalışıyorsun. Ben zaten geleneklerine, kültürüne, inancına çok bağlı, yobaz olmayan ama kapalı ve zor bir aileden geliyorum; mücadeleler veren ve bu yüzden bedeller ödeyen bir aileden geliyorum. Değişik ama güzel bir ailem var benim. Demokrasiye inanan bir ailem olmasa bu değişimime, dönüşümüme razı gelmezlerdi. (Gülüyor) Ama o kadar çok mücadele verdim ki ailem de bir yerden sonra saygı duydu duruşuma. Kendini doğru ifade etmek ve bunu yılmadan yapabilmek önemli!

- Üstelik kadın olarak veriyorsun bu savaşı. Ama ağabeyin Çiya da çok desteklemiş bu konuda seni.

Evet, ağabeyim olmasa bu değişim mümkün değildi zaten. Tek başıma nasıl savaşacaktım? Nereye gidecektim? Bir de 90’lardan bahsediyoruz. Savaşın en harmanlı zamanından, faili meçhullerin olduğu, toplumun, ailelerin huzursuz olduğu, çok zor bir dönemden bahsediyoruz. Kadın olarak da toplum olarak da çok zor bir dönemdi. E, haliyle beni kaybetmekten de korkuyorlardı. Özgürlük kisvesi altında onu da kaybeder miyiz düşüncesi vardı onlarda. Bayağı bir kimlik mücadelesi verdim ama Mezopotamya Kültür Merkezi’ne (MKM) girmemle birlikte ve ağabeyimin desteğiyle bayağı yol aldım. Şarkı söylemenin kötü bir şey olmadığını, kadına zarar vermediğini göstermek için çok savaştım ama dediğim gibi bu savaşta yalnız değildim. Mesela ilk sahnemde, ilk parayı başımdan döken de ağabeyimdi ama ‘başını açma’ diyen de oydu.           

- Kapalı mıydın?

Evet, başım örtülüydü. Yani başörtüm vardı ama bu benim benimsemediğim bir şeydi. Açılmak istiyordum çünkü benim inancım öyle değildi. Yetiştiğin ortam öyle olunca mecbur sen de oluyorsun ama küçüklüğümden beri örtünün bir inanç sembolü olmadığını biliyordum. Bizim ailede açık olan yoktu. Bunun bile savaşını verdim yıllarca; öyle kararlı davrandım ki en sonunda pes ettiler. 

- Hem kadın olduğun için hem etnik kimliğin için mücadele vermekle kalmamışsın bir de dini bir mücadele de vermişsin. Bayağı güçlüymüşsün.

Aynen. (Gülüyor) Çok zordu gerçekten, valla onlar diretti, ben direttim. Çok inatçıyım bu konularda. Biri bana ‘yapamazsın’ demesin.

- Nasıl başardın?

Hissiyatlarıma, vicdanıma, kendime ve kendi doğrularıma güvendim. Çok küçüktüm ama çok gözlemledim her şeyi. İstanbul’a geldiğimde şehri bilmiyordum; yengelerimin yanında kalıyordum. Çok kalabalık bir aileydik. Metropol hayatına ayak uyduramadım önceleri, çok küçüktüm zaten. Annemin eteğinden ayrılamazdım. Evin en ufağı benim, bu yüzden annem beni çok şımarttı. Bana hiçbir şey yaptırmadı. ‘Yanımda dursun yeter’ derdi. ‘Hiçbirinizi şımartamadım ama bunu şımartmak istiyorum’ dedi hep. Şimdi öyle bir ortamdan, bir anda bambaşka bir ortama girdim.

- Bir de o yıllarda sahnede Kürtçe söylüyordun. Bu da bir mücadele…

Evet. Bir Kürt sanatçısı olarak Kürtçe söylüyordum. Tam bende değişimin başladığı bir dönem. Oralarla buralar arasında büyük farklar var. Bir Kürt olarak bir ideoloji benimsiyordum ama anlayamıyordum da. Yani yüzme öğretmek için seni bir denize atarlar ve öğrenene kadar can çekişirsin ya, aynen öyle!

- Buraya gelene kadar köyde büyümüşsün, hiç dışarı çıkmamışsın. Buraya geldiğinde ilk neler düşündün? ‘Batılılar’la ilgili bir fikrin var mıydı? Yani hiç bilmediğin bir bölgenin insanlarıyla karşılaştığında neler düşündüğünü, nasıl hissettiğini merak ediyorum.

O kadar ufaktım ki! Bir kere bu dünyayı hiç tanımıyordum. Koşullarını, iklimini, kültürünü, geleneklerini, insanlarını bilmiyordum. İlk geldiğim zamanlar o kadar çekingendim ki herkesi gözlemliyordum. Müzikten bahsediliyor, hareketten bahsediliyor, savaştan bahsediliyor, ülkenin içinde olduğu durumdan bahsediliyor; çok büyük cümleler konuşuluyordu ama ben küçüktüm. 13 yaşımdaydım.

- Gördüklerinle, burada anlatılanlar birbirleriyle örtüşüyor muydu?

Hiçbir şekilde örtüşmüyordu. Köy ortamı farklı, burası farklı. Yabancı bir ülke gibi. Çocukken büyük hayallerim vardı; metropole gideceğim, öyle de böyle de sanatçı olacağım ve meşhur olacağım… Düşünsene öyle bir yerde böyle bir hayale sahip olmak! Ama kafaya koydum ve yaptım.

- Nasıl yaptın?

İlk buraya ayak bastığımda ağabeyim ‘benim gurubumla şarkı söyler misin?’ dedi. İnanamadım resmen. Çekiniyorum da ‘ya diğer ağabeylerim izin vermezse’ diye. Ama ağabeyim çok güçlü çıktı ve arkamda dimdik durdu. ‘Buna kimse dokunmayacak, bitmiştir’ dedi. Ben de ondan aldığım güçle devam ettim. Bizde bir kadın bir erkekle bırak tokalaşmayı, yanında oturmaz. Böyle büyümüşüz ve böyle görmüşüz. Düşünsene, konser bitiyor, babam yaşımda bir sürü adam bana ‘nasılsın’ diyor, konseri ne kadar sevdiklerini anlatıyor, elimi sıkıyor. Nasıl bir sevgi. Tamam, çok hoşuma gidiyor ama aynı zamanda ‘ben nasıl bir dünyaya düştüm’ diyorum. Her şeyi sorguluyorum. Her şey o kadar yeniydi ki benim için.

- Köyde bayağı popülermişsin arkadaşları arasında. 

Köyde bir sürü arkadaşım vardı. Ben öncülük yapardım onlara. Beni çok severlerdi. Çok paylaşımcıydım. Bir portakalım mı vardı, hemen onlara götürür verirdim. Bu beni çok mutlu ederdi. Oyuncaklarımı onlara verirdim. Bir şeye kızıp onlara küstüm mü hepsi üzülür ağlardı. (Gülüyor) Öyle bir dünyadan böyle yalnız bir dünyaya düşmüştüm ama sonra kitaplar arkadaşım oldu. MKM’de 3 yıla yakın kütüphanecilik ve arşivcilik yaptım. Orada bir sürü kitap okudum; okumanın bendeki değişimde etkisi büyüktür. Farklı dünyalara adım attım onlarla, yazarları, şairleri tanıdım. Ben okulda öğrenmedim onları, kendim öğrendim. Bizim köyde okullarda ne öğretiliyor ki? Ali topu tut, Ayşe annesine şunu söyledi’den öteye gidemedik ki biz. Ayşe ya bulaşık yıkıyordu ya elma topluyordu… Bizim edebi yönümüzü güçlendirecek, ufkumuzu dünyamızı geliştirecek bir eğitim yoktu ki!

"KİMSE BİR ANDA MÜCADELECİ, SAVAŞÇI OLMUYOR. YAŞADIKLARIN, GÖRDÜKLERİN, VİCDANIN SENİ TARAF SEÇMEYE ZORLUYOR"

- Öğretmenlerin nasıldı?

Bizimle olmaktan mutlu değillerdi bir kere. Zil çalıyor, içeri giriyorsun, seni tanımıyor. Dilimizi bilmiyor, sen onun dilini bilmiyorsun. Sınıfta her şey yasak yasak yasak! Bir şey beğenmedi mi dayak dayak dayak! Anne babamız hiç bunu sorgulamaz. Öyle bir toplumda yaşıyorduk çünkü. Daha küçükken o şiddetle büyümeyi öğreniyorsun aslında.

- Türkçe’yi okulda mı öğrendin?

Evet. Benim annem Türkçe bilmez ki! Hiç köyünden dışarı çıkmamış. Okulda da Kürtçe konuşmamız yasaktı. Ev ödevlerime yardım edemiyor annem düşünsene! Benim bir ağabeyim  öldü. Çünkü okulda hasta bir çocuğa yapılan aşı iğnesini kardeşimde kullanmışlar, kardeşim de hastalanıp ölmüş. O kadar da güzel bir çocukmuş ki, annem bundan çok etkilendiği ve travmayı atlatamadığı için ağabeylerim annemi İstanbul’a çağırıyor, annem beni de yanında götürüyor daha çok küçüğüm diye. Daha Türkçe bilmiyordum tam. Yeğenlerimden çat pat öğrenmeye çalışıyordum; ‘gel, git, koş, bunu alabilir miyim, tuvalete gidebilir miyim?’ gibi hayati cümleler kurmayı öğreniyordum. Köye döndüğümüzde ben arkadaşlarımdan ilerideydim bu konuda; yanımda oturan kız tuvalete gitmek istiyor mesela ama Türkçesini bilmediği için öğretmene söyleyemiyor. Ben ‘arkadaşım tuvalete gitmek istiyor’ deyince öğretmen ‘o niye söylemiyor?’ dedi. Bilmiyor dedim. Söylesin diyor. E, Türkçe bilmiyor diye altına mı etsin yani! (Gülüyor) ama çocuk aklınla bunu sorgulayamıyorsun işte. Geldiğim coğrafya çok değişik bir dünya. Kimse bir şey bilerek dünyaya gelmiyor. Her şeyi sonradan öğreniyorsun. Kimse bir anda mücadeleci, savaşçı olmuyor. Yaşadıkların, gördüklerin, vicdanın seni bir taraf seçmeye zorluyor.

- ‘Neden Kürtçe konuşamıyoruz’ diye sorguluyor muydun o zamanlar?

Ya nasıl sorgulayacaksın, yasakların içinde doğuyorsun zaten. Daha küçükken o yasakları biliyorsun zaten. Okuldayken Kürtçe konuştuğumuz zaman dayak yiyeceğimizi biliyorduk. Ama neden böyle diyemiyorsun çünkü sistem öyle. Evde annemle Kürtçe konuşabiliyordum ama dışarıda konuşamazdım. Çünkü yasaktı.

- Biraz yaptığın müzikten bahsedelim. Seni sen yapan ilk albümün müydü?

Evet. Beni ben yapan ilk albümümle yorumum da tarzım da oturdu. Onun öncesi ‘Helimcan’ isimli bir uzun havaydı. Orada şunu kanıtladım; gerçekten çok kısayım ama sahnede devleşiyorum. (Kahkaha atıyor) İnsanlar beni görebilmek için sandalyelere çıkıyorlardı. Benim için ‘o küçük Helime kız gelsin’ diyorlardı.

- Bir şarkın yüzünden gözaltına alınmıştın sanırım bir ara.

Bir ara mı? (Gülüyor) Kaç kere alındım şarkılar yüzünden… Bir şarkı yüzünden dava da açıldı. Ama ben yazmadım ki şarkıyı, okudum sadece. 2 yıl hapis cezası çıktı, afişe edildim bütün medyada…

- İlk gözaltını hatırlıyor musun?

Newroz kutlamaları yasaklanmıştı, biz de halay çekip kendi şarkılarımızı okuyorduk, direkt aldılar. Yaşım küçük olduğundan dolayı bıraktılar ama ‘sen niye Kürtçe söylüyorsun, niye pop yapmıyorsun, Türkçe söyle kimse sana karışmaz’ diyerek bıraktılar. İyi de benim dinleyenlerim Kürt, ben ne yapayım! Benim annem Türkçe bilmiyor, şimdi ben ona Türkçe pop mu söyleyeyim! Türkçe şarkı da söylüyorum, o konuda bir sıkıntım yok ama dinleyenlerimin çoğu Kürt. Bir dilin kültürünü yaşatmaya çalışıyorsun ama bu topraklarda bunu yapınca yanlış yapıyorsun. Ama pişman değilim çünkü dilimi kültürümü yaşatmaya çalışmak için bu bedelleri ödemişim ve ömrüm yettikçe de buna devam edeceğim. 

"İBOLAR EMRAHLAR, İZZET ALTINMEŞE, BURHAN ÇAÇAN GİBİ İSİMLER KÜRT MÜZİĞİNİN İÇİNİN BOŞALTILMASINA HİZMET ETTİLER"

- TRT bile Kürtçe yayın yapıyor artık zaten.

Ya dillerle niye problemi olur ki insanların, kurumların? Ben bildiğim her dilden şarkı okuyorum. Ermenice de Soranice de Zazaca da Keldanice de Hewramani de okudum, niye okumayayım ki! Bu coğrafyada çok dil var, çok zenginlik var; aslında bizlere bunu yaptığımız için ödül vermeleri gerekiyor. Ölmekte olan dillere can veriyoruz; tüm dünyada bu şarkılar dinleniyor, sadece bunun için bu devletin bana ödül vermesi lazım! Mesela dengbejlik niye ölüyor şu an, çünkü dengbejler ölüyor. O nesil ölüyor. O nesil gittikten sonra dengbejliğin devam etmesi çok zor. Bir kültür ölüyor ve sen bunu doğru işlemezsen yok olacak. Yeraltında elmas gibi işlenmeyi bekleyen o kadar çok şarkı var ki! Zaten teknoloji yüzünden dejenere olan o kadar kültür, o kadar sanat var; önce bunu engellemeliyiz. Mesela 90’larda arabesk ve fantezi müzik çok popüler oldu, Kürtler kendi müziklerini buna ayarlamaya çalıştılar ve müzik özünü yitirdi.

- Kimlerden bahsediyorsun?

İbrahim Tatlıses, Mahzun Kırmızıgül, Özcan Deniz, Emrah…

- Ama Batı dünyasına Kürtleri sanatçı olarak ilk kabul ettirenler de onlar değil mi?

Toplumlar azınlıkları yok etmek için önce kültürlerinden başlarlar. Yasaklarlar; önce dillerini, sonra geleneklerini, sonra kıyafetlerini, renklerini, yaşam biçimlerini… Mesela ortak değerlerimiz nedir? Düğünlerimiz, halaylarımız, şarkılarımız, tiyatromuz, masallarımız, ninnilerimiz vs. Bunları yok edersek nasıl yaşayacağız? Bir tarz yarattılar ve toplumun dikkatini oraya çektiler, bir kültürü yok ettiler. TRT’de söylenen birçok şarkıyı biz biliyorduk zaten; onlar bizim şarkılarımızdı ama başka bir dilde dinliyorduk sadece. Müziğimizin bu hale dönüşmesi dikkati dağıttı, yozlaştırdı, içini boşalttı. Mesela filmlerde kadını ‘başından sopayı karnından sıpayı eksik etmeyeceksin’ olarak yansıttı halka; zaten kapalı bir toplumu daha da kapattılar. Ya da uzun kırmızı boyalı tırnaklarla, manken edalı kadınları tarlalarda çalıştırdılar kadını. Bu da bir yozlaşmadır. Ne Karadeniz kadını ne Hakkari’deki kadın böyle çalışmaz. Bir kültürün içini boşaltmaktır bu. İbolar Emrahlar, İzzet Altınmeşeler Burhan Çaçanlar, hepsi de buna hizmet ettiler.

- Farkında olmadan yapmışlardır belki de.

Sanmıyorum farkında olmadıklarını. Bu bir tercihtir, yapmayabilirlerdi. Şiwan Perver yapmadı, bizler yapmadık, niye yapalım? Sen toplumun temel taşlarıyla, yani görsel ve duyularla oynarsan, belleğini bozarsın. Hasankeyf de bir bellektir mesela, İstanbul’da olsaydı sular altında kalacak mıydı? Bu değişimler o kadar hızlı oluyor ki fark etmiyoruz bile. Mesela köyüme gidiyorum, bir bakıyorum bazı yerlerin isimlerini unutmuşum. Toplumsal bellek de böyle yok ediliyor işte. Biz öyle bir toplumuz ki, coğrafyamızla aşk yaşarız. Bir kadını bile anlatsak coğrafyayı kullanırız; dağ gibi güçlüsün, çiçek gibi narinsin, ceylan gibi ürkeksin deriz. Bizim oralarda bir taşın, bir çeşmenin, bir yolun bile ismi vardır ama ben onları unutmuşum. Benim çocuğum hiç bilmeyecek bunları. Benim asıl derdim bu; bu kültürü canlı tutup, o müziği, o gırtlağı, o öyküleri yeni nesillere taşıyabilmek… 

- Elektronik müzik dahil her türlü ‘sound’u kullanıyorsun gerçi.

Çünkü her müziği ve her tarzı denemeye çalışıyorum; özünü bozmadan, ona zarar vermeden, o duyguyu yitirmeden. Bunlar benim hassas noktalarım… Amacım herkese ulaşabilmek; bazen rap ile bazen elektronik ile bazen de otantik müzik ile… Dengbêj bestelerim var. Yaşar Kemal tam bir dengbej fanatiğiydi. Hatta onun en sevdiği şarkılardan biri benim Kezi albümümdeki Weri Lo şarkımdı. Hastanedeyken hep onu dinlemiş. Eşi söylemişti bana bunu. Kimseyi taklit etmedim hiçbir zaman. Ama arayışlarım devam ediyor, asla durmayacağım.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Seran Vreskala Arşivi