İlyas Salman: Yeşilçam Türkiye’yle birlikte öldü

Usta sinema sanatçısı İlyas Salman’la Yeşilçam’dan bugünün Türkiyesi'ne uzanan bir yolculuk yaptık.

Seran VRESKALA


ARTI GERÇEK – Bana göre Türkiye’nin tartışmasız en iyi oyuncularından biri. Malatya Arguvan ilçesi Gecekondu köyü doğumlu. 11 kardeşinin 7’sini kaybetmiş. Biri gözünün önünde yanarak can vermiş. O travmayı hala unutamamış. Çok zor şartlarda büyümüş, yokluğun ne olduğunu çok iyi biliyor. Nasılsınız diye sorduğunuzda verdiği klasik cevap; ‘Türkiye’den iyiyim.’ Bostancı’da yaşıyor. Kendi gibi çok mütevazı bir evi var. Salonun köşesinde kocaman bir Atatürk fotoğrafı var. Konsolun üstü bugüne kadar aldığı ödüllerle dolu. Koyu Fenerbahçeli; hatta muhabbet kuşunun ismi bile Fenerbahçe. Oyunculuğu sokakta insanların içerisinde kulaç atarak yüzmeyi öğrenmek olarak tarif ediyor. Bu konuda ‘hayatla bir kan bağın yoksa sanatçı olamazsın’ diyor. Aşkı, şiiri ve kavgayı bilmeyen insandan hayır gelmeyeceğini düşünüyor. Şiir kitapları var.

Çocuk yaşlardan beri devrimci hareketin içinde olmuş. Hakkında okuduğum yorumların çoğu çok olumlu, olumsuz olanlar genelde çok içmesiyle ilgili. Bu konuda ‘midemdekilerle değil beynimdekilerle uğraşın’ diyor. Aşık olmayı kolay becerebilenlerden, çok aşık olmuş ama en sonunda eşine aşık olmuş ve hala aşıkmış. Ertem Eğilmez en sevdiği yönetmen; bu dönemde ise Nuri Bilge Ceylan… Kendisinin de yönetmenlik yaptığı filmler var ama oyunculukta da yönetmenlikte de çırak olduğunu düşünüyor. Gürcü yönetmen George Ovashvili ile çalıştığı ve en iyi film dalında Kristal Küre ödülünü alan son filmi Mısır Adası’nki performansı Salman’a yine bir ödül getirmiş. Bir oğlu bir kızı var; kızından da Gezi isminde bir torunu… Oğlu da sinema mezunu, birlikte ortak bir proje hazırlıyorlar; başrol oyuncusu belli!

Eviniz çok mütevazı.

Hayatım boyunca çok rahat edeyim, milyonlar kazanayım, villalarda oturayım diye gözlerimi yükseklere dikmedim. Hep orta halli bir hayat düşledim. Onu kazandım ve bunun için müteşekkirim.

Düşlediğiniz daha lüks bir hayat olsaydı, ulaşabilir miydiniz?

Ulaşabilirdim. Mesela, 1986’da bir şirket bana 1 milyon dolar civarında bir reklam teklifi getirmişti, ben reddettim. Millet beni boru gibi hatırlasın istemem dedim. İsteseydim her sene 10 tane film yapardım. Toplam 21 ya da 22 film var sinematografimde. Yaptığım filmlerin hepsinden tatmin oldum ve çok mutluyum. Orta halli bir hayatı garantilemişim, çocukları okutmuşum, başka ne isterim? 

Bayağı ödülünüz var.

Ödüllerimle onur duyuyorum. Şu anda Türkiye’de yerli-yabancı benden fazla ödül alan bir sanatçı yok. Sen nasılsın onu söyle?

Ülkenin bu ortamında iyiyim demek bana çok ayıpmış gibi geliyor. Sizin deyiminizle ‘Türkiye’den hallice’ diyeyim.

(Gülümsüyor) Anlıyorum seni. Mustafa Kemal’in ülkesinde yaşıyoruz ve maalesef cumhuriyetimizin içine ettiler.

Cumhuriyet Gazetesi de bitti.

Evet. O da gitti. Dünyaya bir kere geliyoruz, rüşvet versek bir daha gelme şansımız yok. Ya insan gibi yaşarız ya da ölürüz. İnsan gibi yaşamanın iki şartı var; hak yemeyeceksin ve hakkını yedirmeyeceksin. İki türlüsü de onursuzluktur.

İnsanlar hakkını nasıl arasın ki? Sokağa çıkmak çok tehlikeli artık çünkü polisin sana kurşun sıkma yetkisi var.

Yüreği olanlar çıkar, çıkacaktır da.

Köyünüzün ismi Gecekondu imiş.

Evet, köyümün ismi Gecekondu. Bir gün bizim sülale birkaç aileyi de yanına alıp ağanın toprağını işgal etmişler, gece oraya çadır kurmuşlar. Adı Gecekondu kalmış. Ben de orada doğdum. Biz Türkmen Alevilerindeniz. Çok erken yaşta okuma yazma öğrendim. Salman isminde bir amcam vardı. İsmi gerçekten de Salman Salman’dı. İlkokula gitmeden evvel köyün bütün çocuklarına, kız-erkek ayırmadan, 29 harfi öğretti. Sonra bizlere Hazreti Ali’nin kahramanlık kitaplarını verdi; Kan Kalesi, Hayber Kalesi, Kahkaha Sultan, Battal Gazi Destanı... Devamında köy enstitülerindeki yazarların kitapları geldi. 10 yaşıma geldiğimde Tolstoy, Dostoyevski, Yaşar Kemal okumaya başlamıştım.

İlerici bir amcanız varmış.

O da askerde öğrenmiş okumayı. O zamanlar askerde Ali Mektebi diye bir okul varmış. Okuma yazma bilmeyenlere orada alfabeyi öğretirlermiş.

Sizin köyde okul yok muydu?

Yoktu. 9-10 km ilerideydi bizim okulumuz. Sırtımızda bir kıl torba, içinde çökelek çomağı, 2 yıl boyunca yürüyerek okula gittim. İmansız peynir derdik ona, yağsız olduğu için. Öğretmenim bir gün babamı yolda görmüş, bu oğlan kesin bir halt olacak, götür Malatya’da okut demiş. Deli Vahap derlerdi babama. Ben de normal değilim ya! Çünkü bu düzende normal olmak anormaldir. Malatya’ya 7-8 km uzaklıktaki Taştepe diye bir semte taşındık. Sabahları çok erken kalkardım, Beşiktaş fırınına giderdim. Adına gıcık olurdum gerçi. 50-60 tane simit, tatlı ya da Kürt böreği alırdım, mahalle mahalle dolaşıp satardım. Sonra okula giderdim. Çıkışta elimde bir şişe, içinde benzin; muhtar çakmaklarına benzin satarak para kazanırdım. Ancak öyle okuyabildim. Babam da hamallık yapardı.

Babanızın deliliği nereden geliyor?

Ağaya karşı çıkmasından… Ağaya laf edenin deli olması lazım gelir ya! Babam ederdi işte. Bazen onu izlemeye giderdim; bu kadar cüsseyle bu kadar ağırlığı taşımak ne kadar zor bir şey diye düşünürdüm. Rahmetli babama minnettardım.

O zamanlar hiç tiyatroya ya da sinemaya bir ilginiz var mıydı?

Biz Amerika’nın verdiği barakalarda okuyorduk. Melek Baba isminde bir okuldu. İlkokul son sınıfta Hasan Doğan isminde bir öğretmenimiz bir temsil yazmıştı. O zamanlar tiyatro oyunun temsil derlerdi. Oyunun ismi Öksüz Mehmet idi. Oyundaki bütün yan rolleri bulmuş ama Öksüz Mehmet’e benzeyen birini bulamamış. En son bizim sınıfa geldi. Öğretmenim de çok gevezelik yaptığım için beni en arka sıraya oturtmuştu. Geldi, baktı, beni göremedi. Hepimizi ayağı kaldırdı, yine göremiyor çünkü sınıfın en kısa boylusuydum. Sırayla yanında geçtiğimizde beni durdurdu. Şöyle tepeden tırnağa bir süzdü; çirkin, kuru, zayıf bir çocuk… Tamam malı buldum, dedi ve Öksüz Mehmet’i bana oynattı. Ben ilk kez alkışı orada gördüm. Gözyaşını gördüm. Seyirci iletişimini gördüm.

Sahne ruhunuzu ele geçirmiş.

Sahnenin mikrobunu yutan bir daha o hastalıktan kurtulamazmış. O zaman karar verdim, bu işin üniversitesi varsa okuyacağım diye. Ama babam tutturmuştu, oğlum Ellez (bana Ellez derdi, Hıdrellez’den) öğretmen, polis yani devlet memuru olacaksın diye. O zaman devlet memurunun bir ağırlığı vardı. Mesela Malatya’da bir ev alabiliyordu. Kirasını rahat ödeyebiliyordu, evine et girebiliyordu. Ama ben kafama koymuştum; konservatuvarın varlığını da öğrenmiştim. Öğretmen okulu sınavına girip kazandım ama hayatımda ilk kez sahtekarlık yaparak kağıdın üzerinde tahribat yaptım ve babama kazanamadım diye yutturdum. Sonra konservatuvarın sınavı gelince de yine hayatımda ilk kez babamın cebinden 30 lira çalarak Ankara’ya gittik bir arkadaşımla. Samanpazarı diye, tahtadan yapılma, hamam böcekleriyle dolu bir otelde kaldık. Otelin yarısı da han, eşekler atlar kalıyor. Ertesi gün sınava girdik, herkes bir tiyatro oyunu oynuyor ama ben Nazım Hikmet’in ‘Bir Küvet Hikayesi’ şiirini okudum. Orada kadın kocası tarafından aldatılır, bunu kendine yediremez, intihar etmeye karar verir ama sonunda vazgeçer. Ben hem kocayı oynadım hem kadını.

Kazanmayı bekliyor muydunuz?

Hiç umudum yoktu çünkü 2-3 bin kişi giriyor ama 8 kişi alınıyor. Sonuçlar açıklandığında en üstte benim ismim vardı. Leyli meccani (parasız yatılı) kazanmışım, kalbim duracak zannetmiştim. Ama son sınıfta komünizm propagandasından atıldım.

Ne yapmıştınız?

Devrimci gösterilere, eylemlere katılıyordum. 70’lerin başları. 3’üncü sınıfı bitirenler devlet tiyatrosuna direkt alınabiliyordu. Benim de girmeye hakkım vardı ama bu kafa yapısıyla devletle anlaşamayacağımı anladığım için başka bir tiyatroda iş bulmak için İstanbul’a geldim. Ergin Orbey ve Başar Sabuncu beni Şehir Tiyatrolarına aldı. İlk oyunum Haldun Taner’in ‘Ayışığında Çalışkur’ isimli oyunundan esinlenme ‘Ayışığında Şamata’ idi. O oyunla en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülünü aldım.

Klasik bir aktör tipinden uzaksınız. Çok yakışıklı, karizmatik olmayanların başrol oynama ya da ünlü olma şansı pek yok. Sizi kim nasıl keşfetti ve nasıl meşhur oldunuz?

O ödülden sonra Şener Şen, yönetmen Ertem Eğilmez’e ‘bizde yetenekli bir oğlan var, bir şeyler çıkar ondan’ demiş ve ben Ertem Eğilmez’le çalışmaya başladım. Önce Kemal Sunal’ın oynadığı Çöpçüler Kıralı’nda ufacık bir rol verdi. Sınıfı geçince ‘Hababam Sınıfı Dokuz Doğuruyor’da ağa çocuğu rolünü verdi. Orada kendimi ispat ettim sanıyorum ki 3’üncü filmimde başrol oynadım.

Peki, Şener Şen ile aranızda bir kırgınlık var mı?

Niye olsun?

E, yıllardır birlikte film yapalım diyorum ama çağrıma cevap alamıyorum, demiştiniz. 

Hayır, öyle bir şey demedim. Mümkün değil! Şu anda arasam Şener’i tam tersini söyleyecek. Son filmi Yol Ayrımı güzel ve sınıfsal bir filmdi. Teklif gelse elbette birlikte oynamak isterim.

YEŞİLÇAM’DAN DA GEÇTİ YOLUMUZ

Hababam Sınıfı’nın çok eğlenceli bir set olduğunu düşünüyorum. Adile Naşit’in sette olması bile bir eğlenceydi sanırım.

Adile Abla hepimizin annesiydi. Çok hoşsohbetti, anılarını dinlemeye doyum olmazdı. Hep hüzünlüydü. Oğlunu çok erken yaşta kaybetmişti; öldüğünü İzmir’deyken öğreniyor ve havaalanında üstünü başını parçalayarak koşmuş. Durup dururken, sebepsiz yere ağlardı. Ahmet’in ölümü bilinçaltında öyle bir yer etmiş ki, o da erkenden gitti.

Tarık Akan da filmin yakışıklısı…

Çok yakışıklıydı gerçekten. Tertemiz, pırıl pırıl bir insandı.

Onun da çok güzel sosyal içerikli filmleri var.

O Yılmaz Güney’le tanışmasından sonra oldu. Yılmaz ona sınıfsal çelişkileri anlattı. Ben o çelişkileri çocukluğumda yaşadığım için, neredeyse çocukluğumda solcu oldum.  

Geçenlerde Yılmaz Güney’in 34’üncü ölüm yılıydı. Bazıları yaptığı şahane işleri bir tarafa koyarak onun için ‘Yılmaz Güney herşeyiyle adam gibi bir adamdı, onu saygıyla anıyoruz, büyük bir adamdı’, bazıları da ‘O bir katildi. Asıl Sefa Mutlu yani kurbanı saygıyla anmak lazım’ diyor. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?  

Ben o konuda, Sefa Mutlu benim sülalemi vursa ben ona kurşun atmazdım dedim. Hele gözlerine bakarak, nişan alıp öldürmezdim, dedim. Biz cana kıyar değiliz. Yani diyelim karına hakaret etti, evladına hakaret etti, aldırma git!

Ama işte iki tarafta bayağı alkollüymüş diyorlar.  

Herkes alıyor, ben de alkol alıyorum ama kimseyi vurmuyorum. Bana gelen hiç eleştiri yok mu? Aldırmıyorum.

Bir ara sizi de bu alkol konusunda bayağı eleştirmişlerdi. Hala devam ediyor mu?

İnsan sinni kemale erdim diyene kadar olgunlaşmaya çalışır. Ben olgunlaşmaya çalışıyorum, bu yüzden dışarıdan atılan taşlar beni fazla üzmüyor. Etrafıma zarar vermediğim, birini öldürmediğim sürece kime ne?   

Hababam’a geri dönelim; Kemal Sunal sizin en sevdiğiniz arkadaşlarınızdanmış, o da sizin gibi Malatyalı.

Sessiz sedasız, sevecen, mütevazı, hava atmayan bir adamdı rahmetli. Yardımseverdi ve yaptığı yardımlar konusunda hiç konuşmazdı. Aziz Ağabey (Nesin) gibiydi. O da çok yardımseverdi. Sıcacık bir insandı. Onun birkaç oyununda oynamışımdır; Toros Canavarı, Düdükçülerle Fırçacıların Savaşı, Tut Elimden Rovni… Bir gün açık hava tiyatrosunda politik bir toplantı var; işçi sınıfı hakkında konuşuluyor. Aziz Ağabey sahneye çıktı. İGD (İlerici Gençlik Derneği) derneğinin üyeleri ‘Aziz Nesin sen nesin?’ diye slogan atmaya başladı. Aziz Nesin bu ülkenin çelişkilerini, çatışmalarını yaşamış, sinni kemale ermiş, çok büyük bir yazardı. Ona bu sloganı atmak, kendi kişiliğini sorgu altına almak demektir.

Hababam Sınıfı Güle Güle’de canlandırdığınız öğretmen karakterinin hayatınızın bam teline dokunduğunu söylemiştiniz bana.

O rol beni çok etkilemiştir, üstelik oynarken en zorlandığım roldür. Ethem Ağabey bana bu kadar duygusal oynama demişti ama ben ‘bu rol benim hayatımı anlatıyor, o öğretmen benim ve ben ancak böyle oynayabilirim. Duygularımın esiri olarak oynayabilirdim. Çünkü aşık oluyor ve söyleyemiyor.  

En sevdiğiniz yönetmenin Ertem Eğilmez olduğunu söylediniz.

O tam bir kara mizah adamıydı. Hayatın bütün renklerini görebilen bir insandı. Detayları kaçırmayan, muazzam bir yönetmendi. Nuri Bilge Ceylan’ı da çok beğenirim; kişiliğinden ve tarzından ödün vermeden yapıyor filmlerini.

Yeni nesil Yeşilçam’ı hatırlamıyor artık. Şimdiki sinemayla, Yeşilçam arasındaki en büyük fark ne?

Yeşilçam’ın o zamanlar hayatla bir akrabalığı vardı. Mahalle bakkalından kasabına kadar, herkesle sımsıcak, sevecen bir yaşam sürerdik biz. O sıcaklık filmlere de yansırdı zaten. Cankurtaran’da Erol Taş’ın kahvesi vardı, mahalle sahnelerini orada çekerdik mesela. Bazen bana ‘Yeşilçam’ öldü diyorlar, ben de ‘Yeşilçam tek başına ölmedi’ diyorum. Yeşilçam sanayisiyle, sporuyla, politikasıyla, Türkiye’yle birlikte öldü. O kökleşmiş bir kültürdü. Maalesef onu elbirliğiyle harcadık. Bunda hepimizin payı var. 

Aslında sadece bir sokaktan ibaretti Yeşilçam. Orada muhtemelen sizin de gittiğiniz Papirüs diye bir bar vardı. Bir de Çiçek Arif’in Yeri vardı. Birkaç kere orada Kemal Sunal’ı, Cenk Koray’ı, Müjdat Gezen’i gördüğümü hatırlıyorum.

Çok severdik iki yeri de. Bir iki tek atar, sonra anılarımızı paylaşırdık. Cenk de deli, tutucu bir Beşiktaşlıydı, ben de tutucu Fenerbahçeliyim, dalga geçerdik birbirimizle. Ben bir gün ‘Cenk Ağabey maymun olsan ağaçtan düşersin’ demiştim. ‘Niye’ dedi. Çünkü Beşiktaşlısın. O da yarı bozuk bir şekilde ‘Sen de Fenerbahçelisin ama sen hangi ağaca çıktın’ dedi. Ay yavrum ya! Şimdi düşünüyorum da keşke söylemeseymişim, üzmeye değmezmiş onu.

Bir söyleşinizde Ayhan Işık, Belgin Doruk, Hülya Koçyiğit, Filiz Akın gibi sanatçıların gerçek oyuncu olmadıklarını söylemişsiniz.

O zaman biçimsel demokrasi teresliği vardı. O dönemlerde kim yakışıklı, kim güzel yönetmenler karar verirdi ve ona göre oyuncu seçerlerdi. Yani hepsi de çok iyi oyuncular değil ama şu da denmez, ne olursa olsun onların sinemaya dönemsel bir katkısı vardır ve bu yok olmuş değil.

"BEN KIPKIZIL KOMÜNİST, KIPKIZIL KIZILBAŞ, SONUNA KADAR KEMALİST’İM" 

Siz o döneme pek dahil olmadınız, çoğunlukla sosyal içerikli filmlerde oynadınız.

Bir insanın amacı olmalı ya! Ereğin, çizdiğin bir yol yoksa, yemek, içmek, barınmak, uyumak, solucanların da başardığı bir şey. Bizim insan olarak farklı bir şey başarmamız gerekiyor. O da benim için üretmek ve paylaşmaktır. Sol tandanslı bir adamım ama paylaşmasını bilmeyen adama solcu demem, diyemem.

Filmlerinizdeki Türkiye’nin sosyoekonomik yapısıyla bugünkü Türkiye’nin geldiği yer hakkında ne düşünüyorsunuz?

Biz o günlerden bugünü görmüşüz. Resmen öngörmüşüz. Düzene ayak uyduranları, bütün alçaklıkları, hırsızlıkları, kurnazlıkları, hepsini teker teker anlatmışız. Bugünün takkeli Tayyip’ini görmüşüz açıkçası.

O zamanlar eleştiri yapmakta daha özgürmüş sinema ve tiyatro. Hatırlasanıza Metin Akpınar’la Zeki Alasya’nın kabarelerini; hükümeti, devleti açık açık eleştirirlerdi.

Evet, Beyoğlu Beyoğlu, Yasaklar, Haneler, Geceler müthiş kabarelerdi. Şu an yaptırmazlardı onların yaptıklarını. Şu an muhalefete tahammül edemeyen, çirkin bir iktidar var. CHP’de sözde ana muhalefet partisi ama düzenin ayak uydurucusu aslında. Selahattin Demirtaş iyi bir adam ama tek başına bir şey ifade etmiyor.

Uzmanlara göre 80’lerdeki arabesk müzik insanları pasif bir kaderciliğe ve boyun eğmeye yönlendirdiği, yani tüm suçu kadere yükleyerek politik bilinci ve sorumluluğu körelttiği için toplumda büyük bir değişime yol açmış. Türk sinemasında da böyle bir dönem oldu mu sizce? Olduysa bunun topluma nasıl zararları olmuştur?

Her şeyi koşullarına göre değerlendirmek lazım. Mesela bugün Atatürk’e laf eden insanlar var. Onu eleştiren, yok sayan, diktatör diyenler var. Siz o Kurtuluş Savaşı yıllarına gitseniz; be Atatürk’e laf eden adamlar, adam Alevi dememiş, Sünni dememiş, Ermeni, Rum, Abaza, Çerkez, Kürt, Türk dememiş, yoksul bir halkı almış arkasına, topu, tüfeği, uçağı yok, kazma kürek şalvar potur, işgal ordularıyla savaşmış ve ülkeyi kurtarmış. İsteseydi Devlet-i Âli Osman olur, Osmanlıyı devam ettirirdi ama kabul etmemiş. İstese hilafeti devam ettirip, Ortadoğu’nun dini lideri olurdu. Halife olurdu. Bağımsız, cumhur bir ülkenin cumhurbaşkanı olmuş. Şimdi kalkıp Atatürk’e nasıl laf edebiliriz? Onun için ben de kalkıp o dönemlerde yapılan filmleri eleştiremem. Halka olan etkilerini de bilemem. 

Ama Atatürk de bir insandı ve her insan gibi hata da yapmıştır, o zaman eleştirilmesi gerekmez mi?

Elbette ama burada dönemin şartlarını da değerlendirmek ve onun üzerinden düzgün bir üslupla eleştirmek gerekir. Hakaret ederek değil! 

Size yapılan eleştirilerden biri politik çizginizin sürekli değiştiği hakkında.

O eleştirileri yapanlar hiç değişmiş demek ki çünkü ben hiç değişmedim. Hayatta değişmeyen şey gelişemez. Döneme göre siyasi kişiliğim kemikleşiyor; ben THKP-C kökenliyim, yani Mahir’lerden bu yana aynı yolun yolcusuyum. Ardından DEV-YOL oldu bizim çizgimiz. Şekil değiştirebilir inandığınız şey ama özü aynıdır.

Beraber miydiniz Gezmişlerle, Çayanlarla?

Onlar bu ülkenin en namuslu insanlarıydılar, maalesef yaşlarına doyamadılar. Bütün bunlara rağmen onların onurunu omzumda taşımaktan onu duyuyorum. Malatya devrimci şehitleri bol bir yerdir. 1960’da ilk devrimci şehidimiz Turan Emeksiz’di. Malatyalıdır o da. Arkasından 1968’de Vedat Demircioğlu öldürüldü. 1969’da Battal Mehetoğlu arkadaşımız öldürüldü. Hep beraber onun cenazesine katıldık; Denizler, Mahirler, Ulaşlar… Hatta Deniz onun mezarı başında ağlamıştır. Hükümet meydanının önünde slogan atmaya başladık; o dönemin en önemli sloganı da ‘Bağımsız Türkiye’ idi. Biz öyle bağırırken, bir baktım babam arkada bunu yanlış anlamış, ‘Bakımsız Türkiye’ diye bağırıyor. Bir arkadaş döndü geriye dedi ki; ‘Valla Vahap Dayı haklısın, bağımsız olmayan bir ülke bakımsızdır, senin sloganın daha doğru.’   

Çok meşhur bir fotoğraf vardır; Gezmişlerin idamların evet diyenlerin ve el kaldıranların olduğu bir fotoğraf. En önde de Süleyman Demirel var. Sonradan evet dediği için çok büyük pişmanlık duyduğunu açıklamıştı.

Utanç verici, ne diyeyim! Onlar bu ülkeyi sevmekten başka günah işlemediler. Ben hiçbir zaman hakkımı teslim etmeyeceğim, helal etmeyeceğim. Darbeci generallere, hırsız politikacılara… Okuyan yazan insan bu ülkeye düşman oldu, düşünebiliyor musunuz? İktidar düşünebilen, paylaşmak isteyen insanları düşman ilan etti. İktidara dost olabilmek için yalaka olmak gerekiyor. Kadir Manga, Sinan Cemgil, Alpaslan Özdoğan yani Nurhak’ta katledilen arkadaşlarımızın hepsi bu ülkenin en günahsız çocuklarıydı. Ülkelerini, halkını sevmekten başka hiçbir günahları yok! Bakın, sağcı olup da öldürülmüş kaç kişinin ismi hatırlanıyor? Biz Karaköy’de Amerikan askerlerini denize dökerken, o zaman ismi ‘Cumhuriyetçi Köylü Partisi’ olan şimdiki MHP’nin militanları onları denizden kurtarıp, Denizleri denizi attılar. Hangimiz daha milliyetçiyiz acaba?  

Peki, bu konuda hiç bedel ödediniz mi?

Hala ödüyorum çünkü hala mahkemelerde sürünüyorum. Devlete hakaret, orduya hakaret, polise hakaret, cumhurbaşkanına hakaret, başbakana hakaretten bir sürü davam devam ediyor, amaçları korkutmak, susturmak, başka bir şey değil ama ben susmayacağım. Susarsam sen matem et, demiş şair.       

Neden siyasete bulaşıyorsunuz; sanatçı siyaset yapmalı mı?

Yediğimiz ekmekten içtiğimiz suya soluduğumuz havaya varıncaya kadar herşeyin fiyatını politika belirliyorsa, ben politika yapmıyorum demek havada bulup tavada yiyen insanların ekmeğine yağ sürer. Başka hiçbir işe yaramaz. Bu yüzden sanat politikaya dahil edilmeli! Sanat hayatın kendisidir.  

‘En iyi Kürt ölü Kürttür’ diyen faşist bir dergide yazı yazdığınız için sizi eleştirenler var. Sınıfsal çelişkileri ve devrimciliği çok iyi bilen biri olarak nasıl oluyor da öyle bir yapının içinde yer alıyorsunuz?

Bostancı camisine çağırsalar vaaz veririm ama Kapital’i, Komünist Manifesto’yu Arapça okurum. Ben hiç yolumdan sapmadım, orada da sapmadım. Türk Solu benim sadece yazı yazacağım bir yerdi ve özgürce yazdım. Ben Türk Solu’nun sol tarafıyım açıkçası. Komünist yazılar yazdım hep. Ben zaten kalpaksız Kuva-i Milliye’ciyim. Ben kıpkızıl komünist, kıpkızıl Kızılbaş, sonuna kadar Kemalist’im.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Seran Vreskala Arşivi