Vallahi gazeteci değilim!

20 yıl önce askerîyenin önünde “Ben gazeteciyim her yere girerim” diye bağırdığım günlerden, bugün kamuya açık davalarda gazeteci değilim dediğim noktaya gelmişim.

Şimdilerde moda deyimiyle "parsel parsel satılan" Devlet Mahallesi’nin orta yerinde Askerî Yüksek İdare Mahkemesi ve Askerî Yargıtay’ın yan yana binalarının bulunduğu büyük bir askerî kompleks bulunuyordu. 2000’li yılların, benim de 20’li yaşlarımın başı, 28 Şubat sürecindeki Sarmusak davasından bu yana kimsenin ayak basmadığı bu komplekse gider; iki güne bir dosya yazardım. 

Son gidişimde yazdığım iki dosya sonum olmuştu. TGC Giresun Gemisi’nde bir komutanın bir ere; Tunceli Komutanlığı’nda da bir komutanın 5 ere yönelik tecavüz haberi o zaman çalıştığım Sabah Gazetesi’nde manşet olmuş, kıyamet kopmuştu. 

Haberlerin yayımlanmasından sonraki gün Askerî Yargıtay’a girmek üzere Nizamiye'ye kimliğimi verdiğimde; gazetecilik hayatımın ilk en büyük yasağıyla tanışmıştım. Nizamiye’deki er "içeri girmeniz yasak" demişti. Ben de büyük bir kavga çıkarmış, gürültüye gelen Askerî Yargıtay Başsavcısı’na da "Ben gazeteciyim, her yere girerim" demiştim.  

Tabii bu teorinin pratik hayatta yerinin olmadığı gerçeğini kısa sürede öğrendim. Askerî Yargıtay’dan yüz bulamayınca, yüzümü döndüğüm Genelkurmay Askerî Mahkemesi, hatta Kuzey Deniz Saha Komutanlığı Askerî Mahkemesi ve hatta Güney Deniz Saha Komutanlığı Askerî Mahkemesi’nden de içeri girememiştim.  

Yasaklar önüme dizi dizi sıralanınca, inat edip Genelkurmay Askerî Mahkemesi’ne her gün gitmeye başlamıştım. Her seferinde de Nizamiye’de durdurulmuştum. Orada tek muhatabım olan erlere "neden akreditasyonumu iptal ettiniz" diye sordum, yanıt alamadım. Akreditasyonumun iptaline ilişkin bir belge istedim, onu da alamadım. Son gidişimde "bu belgeyi almadan hiçbir yere gitmiyorum" diyerek, Nizamiye'nin önündeki kaldırımda beklemeye başlamıştım. O ara bir sürü sivil asker başıma üşüşüp, kaldırımda duramayacağımı söylemişti. Ben de eylemimi devam ettirmek için, "Yahu ben taksi bekliyorum" demiştim. Hiç unutmam "Yürüyerek taksi bekleyin" diye yanıt vermişlerdi.  

Askeriye yürüyerek beklemek gibi mantık sınırını aşan eylemleri yerine getirmenizi bekleyen büyülü bir yerdi…  

Sonraki durağım sivil Yargıtay oldu. Yargıtay’ın hemen arkasında Başbakanlık Binası bulunuyordu. Akif Beki ilk akreditasyon uygulamasını burada devreye sokmuş ve 8 gazetecinin Başbakanlığa girişini yasaklamıştı. Aynı gün Yargıtay Başkanı Osman Arslan da Yargıtay muhabirlerine akreditasyon kartı uygulamasını devreye sokmuştu. 

Ama heyhat!  

Daha kartı boynuma takamadan, Abdi İpekçi’nin katili Mehmet Ali Ağca’nın "yanlışlıkla tahliyesine" ilişkin yazdığım haberler gerekçe gösterilerek, akreditasyonum iptal edilmişti. İptalini de Yargıtay’ın kapısındaki özel güvenlik personelinden "içeri giremezsiniz" demesiyle öğrenmiştim. Yasağın ikinci günü yine gittim, içeri alınmayınca "Yahu tuvalete gireceğim" dedim, yanıma iki güvenlik görevlisi verip tuvalete gönderdiler. Uzun bir süre bekledim ama çıktığımda hâlâ kapıda bekleyen güvenlik görevlileri marifetiyle kapının önüne koyuldum. Üçüncü gün yine gittim "Davam var" dedim, dosya numarası sordular. Dördüncü gün yine gittim, "Dava açacağım" dedim, yine almadılar. Velhasıl her gün yüzlerce vatandaşın ve avukatın girdiği Yargıtay’a gazeteci olduğum için giremedim.  

Zaman hızla aktı, akreditasyon uygulaması da aynı hızla tüm kurumları kapladı. Mesleğimin ilk yıllarında Askeriyede tanıştığım akreditasyon Başbakanlık, Yargıtay, sırasıyla tüm Bakanlıkları kapladı. Hatta son sıra her gün binlerce kişinin girip çıktığı adliyelere geldi…  

Bu yasaklar zinciri öyle dalga dalga büyüyordu ki; herkesi hatta her yeri yutuyordu. Aynı HDP’nin önceki dönem eş başkanı Selahattin Demirtaş’ın 2017 yılında Ankara Adliyesi’ndeki ilk duruşmasında olduğu gibi. O gün adliyenin önündeki kaldırımı hatta caddeyi de kapsayacak şekilde bir güvenlik koridoru kurulmuş, kimsenin içeri alınmamasına karar verilmişti. Hengamenin içinden geçip, polis noktasına ulaşabilmiştim. Polis, hâkim, savcı ya da adliye personeli değilsem içeri giremeyeceğimi söyledi. O ara nasıl aklıma geldi bilmiyorum, "Ben sanığım" dedim… Hoop içeri girdim.  

Hatta üstüne de Demirtaş duruşmasını da izledim.   

Sokaklara yönelik akreditasyon uygulamasının Demirtaş davasıyla sınırlı, istisnai bir uygulama olduğunu sanmayın. Bugün başkentin sokaklarında eylem izleyebilmeniz de artık hiç kolay değil. En son 1 Mayıs eyleminde bunu da anladım. Eylemin yapılacağı alana binlerce kişi toplanmıştı. Ben de polis noktasından alana giriş yapıyordum. O sırada sivil polisler geldi, kimseye sormadıkları o soruyu, tanıdıklarından herhalde bana sordular: 

"Gazeteci misiniz?" 

Artık gedikliydim, aynı gülümsemeyle yanıt verdim: 

"Hayır eylemciyim!" 

Alana girdim. 

Benim için yasakların sembolü niteliğinde olan Devlet Mahallesi’nde Askerî Yargıtay ve Askerî Yüksek İdare Mahkemesi’nin binaları artık yok. AKP iktidarı boyunca, bu keyfi uygulamaların, fişlemelerin, yasakların temeli olan, kendisini her şeyin herkesin tüm sistemlerin üzerinde gören askerî otoriteye karşı başlattığı mücadeleyi kazandı. Ve o binaları teker teker yıktı. Ama o gün kurumlar üzerinde somut alanlarda hükmü geçen bu yasakları; yıktığı binaların havaya yayılan toz zerrecikleri gibi üzerine alıp tüm hayatımıza yaymaya başladı. 

Hem de aynı resmiyetiyle… 

Dünün andıç listeleri misal. Ben erişip, dava açmak için Genelkurmay Başkanlığı kapısında eylem yapmaya çalıştığım andıç listesindeki ismimi, yıllar sonra Ahmet Şık’ın Nokta Dergisi’ne yaptığı kapak haberinde bulmuştum. Şimdi Evrensel gazetesi muhabiri Birkan Bulut’un haberinden öğrendiğimize göre, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı, çarşaf çarşaf ambargo listesi hazırlıyor. Beğendiğine sarı basın kartı verip, beğendiğinin akreditasyonunu iptal ediyor. 

Gazetecilik Cumhurbaşkanlığı’nın tekeline girdiğinden beri de zaten ben; 

Kah eylemci, kah sanık sıfatıyla geziniyorum. 

Her gün bambaşka bir sıfat ediniyorum. Misal en son "sade vatandaş". 

Sincan Cezaevi Adliyesi’ne en son gittiğimde Nizamiye'ye ehliyetimi verdim. Az önce kapının önünde yayın yaptığım için hemen "gazeteci misiniz" diye sordular. "Hayır" dedim, "sade vatandaşım." 

Bu diyaloğa şahit olan HDP’li milletvekili kulağıma eğildi, "Geçen vekili olduğum kente gittim, milletvekili arabamı durdurup bir sürü sorun çıkardılar. O günden beri memlekete sivil araçla gidiyorum" dedi. 

Milletvekilinin memleketine giderken kendisini gizlediği, 

Gazetecinin haber izlerken gazeteciliğini sakladığı bir dönemdeyiz… 

Ama bu iş sanıldığından zor. "Sade vatandaş" olarak girdiğim duruşma salonunda not almaya başlayınca, sekiz kez farklı farklı polisler yanıma gelip "gazeteci misiniz" diye sordu. Onlara yanıt yetiştirmekten duruşma notlarını kaçırdığım için sonuncusunda patladım:  

"Vallahi de billahi de gazeteci değilim."   

20 yıl önce askerîyenin önünde "Ben gazeteciyim her yere girerim" diye bağırdığım günlerden, bugün kamuya açık davalarda gazeteci değilim dediğim noktaya gelmişim. Nasıl bir yol kat ettik bilmiyorum, ama işte sonuç olarak elimde avcumda bir akreditasyon kimliğim bile yok, bu halimle kimse inanmasa da her yerde aynı şekilde bağırıyorum:  

"Vallahi de billahi de tillahi de gazeteci değilim!"

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi