Yalçın Ergündoğan

Yalçın Ergündoğan

Sivil itaatsizlikle halkın rızasını kazanma başarısı…

Şimdilerde Komünist Parti bolluğu yaşayan Türkiye’de, kamuoyunun rızasını almayı başararak KP kurulmasının önündeki yasal engelleri kaldırtan bir ‘sivil itaatsizlik’ örneği…

Büyük Ekim Devrimi’nin 101. yıldönümünü Kasım ayının ilk haftasıyla birlikte geride bıraktık.

101 yıl önce gerçekleşen insanlığa muazzam bir umut penceresi açan; sınıfsız, sömürüsüz, özgür bir dünya ütopyasını hayata geçirme hamlesiydi…

Bizim kuşak o günlere yaşayarak tanıklık etmedi tabii.

Oluşan zengin külliyattan okuyarak öğrendik. Heyecan vericiydi, belki de ezberledik.

Devrimin harlanan ateşi ve coşkusuyla dünyanın her yanında yeni örgütlenmeler, kıpırdanmalar, hareketlenmeler yaşandı.

Onların da büyükçe bölümünü kitaplardan öğrendik.

Sonraları, eşitlik, hak, adalet, özgürlük duygularımız, vicdanımız bizleri o yöne itti ve sosyal çevremizin şekillendirdiği haliyle kendimizi mücadelelerin içinde bulduk…

Mücadelenin çekiciliği ve ritmi içinde pek çok şeyi sorgulama imkânını da bulamadık. Buna kendimizi de zorlamadık doğrusu. Sonradan kendimizi içinde bulduğumuz örgütlü yapılar da buna imkân verir nitelikte olmadı hiçbir kesimde.

Şimdilerde, -şimdilerde derken kendi payıma epey bir zamandır- bu sorgulamayı yapabiliyoruz.  (İlgilenenler; geçen yıl bu köşede yazdığım makalelere aşağıdaki bağlantılardan erişebilirler.)

Sakin ve salim kafayla, meseleye Türkiye’deki sol/sosyalist hareketler açısından baktığımda bugün net görebildiğim; legal, açık ve şeffaf hareketlerin, sürece müdahale etme gücü bulabildiği.

Kendimin de içinde yer aldığı siyasi oluşumlar dahil, kanaatim illegal çalışma koşullarında "illüzyonla" şişirilmiş, "efsaneleştirilmiş" parti ve oluşumların ise; gerçekle yüzleşme ve ayaklarının yere basmalarının imkân dahilinde olmadığı yönünde.

* * *

Bugün bu konuya, geçmişe dönük sorgulama mevzusuna girme nedenim ise; geçtiğimiz haftanın 16 Kasım’ı…

16 Kasım (1987); Türkiye’deki demokrasi mücadelesi içinde, süreçlere müdahale anlamında aslında çok önemli bir yer tutan, başarıya da ulaşmış, sonuç almış sahici bir ‘sivil itaatsizlik’ eyleminin 31. yıldönümü idi.

Sessizce geçti. Belki de geçiştirildi.

Oysa içinde yaşadığımız son derece olumsuz/kahredici Türkiye koşullarında geriye dönüp üzerinde konuşulmayı hak ediyordu.

Ama ne yazık ki; yüzleşmeyle pekişmiş özgüvene, başarı öykülerine çokça ihtiyaç duyulan karanlık bir dönemde bu iz bırakmış süreci hatırlayan ya da hatırlatan olmadı.

16 KASIM’DA NE OLMUŞTU?

Yurt dışında birleşme kararı alan Türkiye İşçi Partisi (TİP) ve Türkiye Komünist Partisi (TKP) birlikte oluşturdukları Türkiye Birleşik Komünist Partisi (TBKP)’ni legal olarak Türkiye’de kurmak üzere her iki partinin genel sekreterleri Nabi Yağcı (Haydar Kutlu) ve Nihat Sargın 12 Eylül 1980 faşist askerî darbesi koşullarında 16 Kasım 1987’de Türkiye’ye döndü.

İşkenceli sorgu süreçlerinden, açlık grevlerini de içeren 900 günlük tutukluluktan sonra, Türkiye ve dünya kamuoyunun desteğini arkasına alan hareket, halkın rızasıyla yasal olarak Türkiye’de komünist partisi kurmayı başardı. Uygun mücadele, bir demokratikleşme hamlesini kazandı.

Şimdilerde komünist partisi bolluğu yaşayan Türkiye’de pek hatırlanmayan, faşist Mussolini İtalyası’ndan örnek alınarak Türk Ceza kanunu’na girmiş olan 141, 142. maddelerle birlikte 163. madde işte o süreçte kaldırıldı. (O günlerdeki atmosferi, kamuoyunun mücadele süreci içinde nasıl adım adım dönüştüğü ve "Komünist Partisi bir ihtiyaçtır" noktasına geldiğine dair gazete kupürlerini de içeren yakınlarda kaybettiğimiz Hüseyin Çakır’ın tarihî TKP’nin son Genel Sekreteri Nabi Yağcı ile yaptığı "Elele Özgürlüğe" başlıklı uzun söyleşi kitabı belge niteliğinde.)

Nabi Yağcı, "Elele Özgürlüğe" kitabında kendisini çeken tarihî TKP’yi arama serüvenini anlatırken; 12 Mart 1971 darbe sürecinde Türkiye İşçi Partisi (TİP)’nin kapatılması sonrası, "illegalitenin fetişleştirilmesi", önceleri Komintern, sonraları Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP)’nin "her ülkede tek Komünist Partisi" zorunluluğuna vurgu yapıyor.

Bu görüşüne katılmakla birlikte, ben kendi payıma Nabi Yağcı ile farklı bir siyasi oluşumdan (GSB/Öncü hareketi) aynı kulvara akanlar olarak o günkü SSCB’ye bakış açımızın da bunda belirleyici olduğunu ekleyebilirim.

O yıllarda bizdeki yaygın kanaat; tarihî TKP’nin tamamen bir illüzyondan ibaret olmasına rağmen "tek komünist parti" ilkesinin yanı sıra, esas olarak bizim SSCB’yi enternasyonalizmin "kâbe"si olarak içtenlikle kabul etmemizdi.

İş işten geçtikten sonra anladık ki, (anlamayanlar halâ çok) SSCB tamamen bir "milli devlet" imiş. Ulusal çıkarları neyi gerektirirse onu politika edinirmiş. Her ülkedeki "tek KP" de o politikaları takip edermiş…

İçinden onca değerli kadrolar geçmiş olan tarihi TKP "o gün neden şu, şu su memleket sorunlarını görmemiş" sorusunun cevabının tümü de aslında burada düğümleniyor.

Bir bölümünü aşağıya aldığım tarihî TKP’nin son Genel Sekreteri Nabi Yağcı’nın "Elele Özgürlüğe" kitabında yaptığı özeleştiri çok kapsamlı ve kıymetli.

Bence, en kıymetlisi ise; taraftarı hazır, halâ azımsanmayacak bir kitlesi olmasına rağmen; "her şey doğruydu, aynen yola devam ediyoruz" demeyip mütevazı yaşamına çekilmesi…

"BU YÜZLEŞMEMLE ANCAK ŞİMDİ KOMÜNİST OLDUM"

"(…) Yazdıklarıma ve söylediklerime baktığımda orada gördüğüm şey geçmişe ait bilgisizliğimdir, cehaletimdir. Ama buna rağmen ben dün TKP Genel Sekreteri olarak konuşuyordum. Bunun mazereti, kaçışı yok.

TKP tarihini bilmiyordum ama üstüne gidebilirdim; TKP 4. Kongresi’nde Nazım Hikmetlerin muhalefetini biliyordum ama bu neydi, ne diyorlardı diye sormadım. Sormuş olsaydım yukarıdan beri anlatmaya çabaladığım "bize özgü" yolu daha o zaman büyük bir olasılıkla görebilirdim.

Sarkis Usta bana Ermeni Soykırımı’nı, soykırım demeden anlatmıştı ama bu konuda TKP ne demiş diye kendime sormadım. Peşine düşmedim. Daha TİP döneminde Kürtlerle beraberdik ama genel sekreter olduğumda Kürtlerin tarihini öğrenmek diye bir çabam olmadı. Böyle bir çaba düz parti üyesinden beklenemez ama ben genel sekreterdim onların bilgisizliğinden ben sorumluydum.

Mustafa Suphi’lerin katledilmesi olayını her komünist gibi ben de biliyordum ama Sovyetlerin, Komintern’in bu konuda neden suskun olduğunu sormam gerekirdi kendime, sormadım. Şimdi gördüm ve şimdi açıkladım.

Bunları sormuş olsaydım içinden geldiğim partinin geçmişteki günahlarını görür ve her şeyden önce onu temizlemeye çalışırdım. Bizim gerçek yenilenmemiz ancak böyle olurdu.

Bu temizlenme TKP’yi milliyetçilikten/ulusalcılıktan arındırmak demekti.

Bugün TKP’nin Şeyh Said, Dersim isyanlarındaki yanlışlarını görüyoruz artık, hatta buna yanlış da değil, günah demek gerek…"

"(…) Yenilenme sürecimizde bu yanlışı görmüştük. Yasal TBKP programımızda bunu düzeltmiştik. Kurtarıcılık misyonumuzu bırakıyor, kendimize Kürt halkının özgürlük mücadelesine destek olma sorumluluğu veriyorduk. Fakat geçmişimizi öğrenme çabamın bana kazandırdığı tarih hissiyle bugün geriye dönüp o programımıza baktığımda, orada bile milliyetçiliğin tortusunu görebildim…"

"(…) Devlet Türk kökenli komünistleri, solcuları da ezdi ama biz yine de egemen ulusun ayrıcalıklarına sahiptik, örneğin en azından dilimiz özgürdü, yani egemen ulusun solcularıydık.

Tarihin gerçek dilini çözdüğümde görüyorum ki, biz dün farkına varmadan "Türkiye Komünist Partisi" değil "Türk Komünist Partisi" olmuşuz. Oysa komünist olmanın ayrıksı yanı en başta enternasyonalist olmasıdır. Hem enternasyonalist hem ulusalcı olunamaz, olunursa da komünist olunamaz.

Bu nedenle dünün TKP genel sekreteri ve aynı zamanda bir Türk olarak geriye dönüp Kürt halkından, Ermeni halkından, bu topraklarda soykırıma, tehcire, asimilasyona, baskıya ve tenkile (yok etmeye) uğramış bütün halklardan özür diliyorum.

Türk halkından da özür diliyorum, zira bütün halklar özgür olmadan halkım da özgür olamazdı.

Ve ancak şimdi, bu yüzleşmeyle kendimi gerçekten komünist olarak hissediyorum. Bir komünist dindar olabilir, başka şey de olabilir ama asla milliyetçi/ulusalcı olamaz…" ("Elele Özgürlüğe / Zarlar Atıldı Geri Dönüş Yok", Sayfa 568, Belge Yayınları, 2018)

* * *

Türkiye solunda, kararlı sivil itaatsizlik eylemleri ile halkın rızasını kazanma başarısı, geçmişteki bu gibi örnekler üzerinde durmak ve iyi tahlil etmekle çoğaltılabilir.

Bugün sıkıntısı çekilen, "rızayı kazanma", inandırıcı alternatif oluşturma  ve tünelin ucundaki ışığa bir türlü erişememe durumundaki kilidin anahtarı da galiba burada saklı.

* * *

İLGİLİ MAKALELERİM:

Soğuk savaş yıllarında solun arkasında SSCB mi vardı?  

Ekim Devrimi: Devleti ele geçirmenin yetmediği kanıtlandı…

Atılım yapmış tarihî TKP’ye SSCB freni…

TBKP: Sürece müdahalede hatırda tutulması gereken bir örnek…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Yalçın Ergündoğan Arşivi