Yükselen milliyetçilik ve Bediüzzaman

Türk milliyetçiliğinin arka bahçesinde Bediüzzaman nam-ı diğerle Seîdê Kurdî (Said-i Nursi) yer almaz. O’nun milliyetçiliğe değil teşne olduğu, meyilli olma iddiasını bile ispatlayamayız.

Baskın seçimin sürpriz sonuçları üzerine ilginç değerlendirmeler gelmeye devam ediyor. Reis ve İnce’nin ‘başarılı’ sayıldığı, HDP’nin tüm olumsuz koşullara rağmen barajı geçtiği 24 Haziran seçimlerinde geleneksel milliyetçi oylarda patlama yaşanmış, ülke adeta Türk milliyetçiliği dalgasına teslim edilmiştir.

Kimi ilkesel kimi pragmatist saiklerle MHP, İYİ, AKP derken CHP’nin de onlardan geri durmayan, milliyetçilikten ödün vermeyen 4 kafadarın ortak siyasetleriyle son seçimin kazananı milliyetçilik olmuştur. Bu aşamadan sonra iktidarın en önemli vazifesi elbirliği ile büyüttükleri bu devi akl-ı selimle zayıflatmak ve onun kontrolden çıkmasını önlemek olacaktır.

Artı Gerçek yazarı Ahmet Nesin kaleme aldığı son yazısında bir başka Artı Gerçek yazarı Ayşe Çavdar'la yaptığı bir televizyon programına değinirken şöyle der:

"(Çavdar’dan naklen) Saidi Nursi'nin temel felsefesi, ülkeyi islamla yönetmek için % 60'ının eğitimli olması gerektiğiymiş. Ve daha da önemlisi Nursi dinci ama devletine de bağlı bir milliyetçi aynı zamanda. İşte Gülen okullarından yetişen gençler bu 40 yıllık süre içinde yukarıda yazdığım okullara girerek yönetici konuma gelip bürokrat oldular ve ülkeyi yönetmeye başladılar…"

Nesin’in ‘çok ciddi bir iş’ katarak yazdığı sempatik yazılarına bu kez ciddi yanlışlar katması nahoş olmuştur. Öncelikle Nursi’nin dinci değil hürriyet ve adaleti merkeze alan dindar bir Cumhuriyet taraftarı olduğunu bilmek lazım. (Bakınız makalem: Dinci miyiz Dindar mı? 06 Nisan 2018)

Bilinen bir geçek de Ortadoğu ve topyekûn İslâm Alemini tehdit eden bir hastalık olan ırkçılık ve onun bir alt versiyonu olan abdestli-abdestsiz Türk milliyetçiliğinin bu coğrafyada güçlendirildiğidir. Şüphesiz bunda 80-90 yıllık Kemalist eğitimle beraber cemaat okulları, AKP iktidarı, İmam Hatip okulları ve hatta Diyanet’in katkısı da küçümsenemez. Nitekim ülkedeki kimi (Nurcu) cemaat ve tarikatların doğrudan veya dolaylı olarak milliyetçiliği İslâmla aşılayarak besledikleri de doğrudur. Fakat tüm bunlarla beraber Türk milliyetçiliğinin arka bahçesinde Bediüzzaman nam-ı diğerle Seîdê Kurdî (Said-i Nursi) yer almaz. O’nun milliyetçiliğe değil teşne olduğu, meyilli olma iddiasını bile ispatlayamayız. Hatta Nursi, Turancılık’ın kendisini ezen iki komiteden birisi olduğunu vurgulamaktan geri durmamıştır. (Şualar)

Sonuç olarak yaptıkları tüm manevralarla beraber Türk milliyetçiliğinden çıkamayan Erdoğan’ın da Gülen’in de bu konudaki ‘idol’u Bediüzzaman değildir.

Bakınız Celal Bayar ve Adnan Menseres’e yazdığı mektupta Türk ve Arap milletleri için ne diyor Said-i Nursi:

"Hakikî milliyetleri İslâmiyettir. O kâfidir. Irkçılık, bütün bütün bir tehlike-i azîmdir." (Emirdağ Lahikası-2)

Anlaşıldığı üzere Türkçülük ve Arapçılık’ı bu coğrafyanın kıyameti gibi büyük bir tehlike olarak gören Nursi, onlardan İslam milliyetiyle yetinmelerini istemektedir. Yoksa uzun bir süredir tecrübe edildiği gibi İslamsız bir solculuk veya demokratlıkla bu milliyetçilik salgınını yenemediğimiz ortaya çıkmıştır. İslâm milliyetinin merkezde egemen olmasının; hiçbir ırk, soy, hanedan, sınıf veya partiye herhangi bir ayrıcalık tanınmadan tümünün eşit olarak kabul görmesi anlamına geldiğini daha önceki yazılarımda işlemiştim. (Bkn makalem: Nurcu Kamuoyuna İkaz 8 Haziran 2018)

Yine O, dindar demokratları milliyetçilik virüsüne kapılmamaları hususunda uyarmıştır:

"Firenk illeti tabir ettiğimiz ırkçılık, unsurculuk fikriyle Avrupa, âlem-i İslâmı parçalamak için içimize bu firenk illetini aşılamış. Fakat bu hastalık ve fikir, gayet zevkli ve cazibedar bir halet-i ruhiye verdiği için pek çok zararları ve tehlikeleriyle beraber, bu zevk hatırı için her millet cüz'î-küllî bu fikre iştiyak gösteriyorlar." (Emirdağ Lahikası-2)

Öncelikle Bediüzzaman’ın temel felsefesi ülkenin nasıl idare edilmesi gerektiği olmayıp insanların tehlikede olan imanlarını nasıl kurtaracaklarını göstermektir. O’nun Kur’an’dan aldığı hakikat dersleri; İslam’dan öte imanî bir hareket doğurmuştur. O’nun paradigmasını amaçsız, başıboş değil imanlı bireyler, esir değil özgür toplumlar, barut değil sevgi ve kardeşlik kokan yeşil coğrafyalar olarak formüle edebiliriz. O’nun idareye geçecek İslami bir partiden istediği "yüzde 60-70 tam mütedeyyin olma" şartı ise doğrudan eğitimle ilgili değil parti kadrolarının niteliği ile ilgilidir.

Evet, O’nun birinci düşmanımız dediği cehaletin tedavisi için eğitime büyük önem verdiği doğrudur. Ama bu eğitim ne gençleri imansız yapabilecek salt materyalist bir eğitimdir ne de aklı ve bilimi dışlayan yobaz bir dinci eğitimdir. Belki din ve fen (b)ilimlerinin birlikte okutulduğu; Arabi, Kürdi ve Türki (öncelikli) üç dilli yeni bir eğitim modelidir ki insanlar bununla ne dininden-inancından olur ne de çağdışı bir ilkelliği yaşamak zorunda kalır.  Hakikat da burada değil midir?

Acaba Ortadoğu’da dinsizlik, faşizm, mezhepçilik ve şiddet gibi sorunların üstesinden daha başka neyle gelinebilir? Akıl ve kalplerin doyurulduğu meselelere bütünsel yaklaşan doğru ve aydın bir eğitimi yakalamak çok mu zor!

Takipçilerinin bu yeni ve özgün paradigmayı yeterince yansıtmadığı doğrudur. Ama yaşayan verimli eserleri ve alnı ak-başı dik geçen şeffaf uzun hayat serüveniyle bize hep doğru olmamızı ve doğru yaşamamızı salık veren Nursiye daha vefalı olamıyorsak da daha dikkatli yanaşmamız gerektiği açıktır. Nursi'ye dair okumalarda özellikle kalem erbabının daha dikkatli daha hakperest davranmaları hem bilimsel hem de etik olandır.

İnşaAllah bir sonraki yazımda O’nun ‘devlete bağlılığı’na değineceğim. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi