Süreyya Karacabey

Süreyya Karacabey

Bağırmaya buradan başlayalım

Kaybedecek bir şey yok zaten. Ortada bir hayat yok, yaptığınız işlerin bir anlamı yok. Buna ikna olduğunuzda birlikte bağıralım. Bu kadar nazik ve terbiyeli olmanın emin olun manası yok.

Ülkede, anadil günü şenliklerinde, Zazaca şarkılar söyleyeceği için bir sanatçının konseri iptal edildi. Böyle kutladı devlet, ötekine ait gördüğü dili. Bundan çok kısa bir süre önce de Kürtçe oyunlar yasaklanmıştı.

Kürtçe oyun yasaklandığı sırada bir belediye başkan adayı Kürtçe konuşuyordu balık muamelesi yaptığı seçmenle. Kürtçeyi yem olarak kullanabiliriz diye düşünüyordu muhtemelen, iki halay çeker Kürtçe konuşuruz ama insanlara kendi dillerinde oyun seyretmeyi, şarkı dinlemeyi zehir ederiz. Bir taraftan da seçim yaklaşınca, bu tür ayrımcılıkların ortadan kalkabilmesinin tek çözümü olarak kendimizi gösteririz. Bunun hakkında yorum yapmayı bile lüzumsuz görüyorum. Ortada tutunacak tek bir şey kalsaydı, hala seslenecek bir merci olsaydı, belki anlamı olurdu.

Bizim seslenişlerimiz kime diye düşündüm. Birbirimize. Çünkü açık usulsüzlükleri, yasa dışı uygulamaları şikâyet edebileceğimiz herhangi bir yer kalmadı. En son Marmara Üniversitesi Hukuk Bölümü’ne iade kararı çıkan arkadaşımızın atamasını yapmayan üniversite, herhangi bir gerekçe göstermeye bile tenezzül etmedi. Karar, yerli mahkemeye ait, uymayan ise üniversite. Vay arkadaş dedim biz yıllarca üniversitelerin özerkliği için mücadele ettik, bunlar onu da aşmışlar, ana saraya bağlı federe bir cumhuriyet olmuşlar. Özerklik bunun yanında nedir ki. Hayatımda mahkeme kararını tanımayan üniversite yönetimine rastlamamıştım, cesaretin derecesine bakın. Cesaret derken gerçek anlamda bir cesaretten elbette söz etmiyorum, bilimsel aklın merkezi olarak inşa edilmiş bir kurumsal yapının, aklın, yasanın dışına çıkma cesaretiydi ortada duran.

Bütün yasakları benzer bir cüretin içinde okumak mümkündü. Daha önce oynandığında sorun olmayan bir oyunun yasaklanması, KuirFest'in yasaklanması, konserlerin yasaklanmasından, tek ayak üzerinde durmanın, yatmadan süt içmenin, kahvaltıda fıstık ezmesi yemenin yasaklanmasına dek uzanan bir dikenli tel. Bunların arasında hukuki olarak bir fark olup olmadığını tartışmaya başlayabilir yakında hukukçular. Fıstık alerjisi olan bir idari amir, yemeyeceksiniz bundan sonra dese, ne cevap verirsiniz ki. Hiç.

Bence yasa kitaplarının girişine “kimi kime şikâyet edeceksin” notu düşülsün, ama Latince. Böyle daha havalı görünür çünkü.

Kimi kime şikâyet edeceğiz yakınışını ilk kez işitmedim, geçmişte de gelip devletin aparatları tarafından dümdüz edilen hayatların yıkıntıları arasından yükselirdi bu söz. Bu kadarını aklı almayan saf yurttaş, (şimdi saflığını yitirdi) “yok canım olur mu böyle şey, ülkede mahkemeler var” derdi. “Berlin'de hala hakimler “var diyen o Postdamlı değirmencinin güveniyle.

Her şeyi yasaklıyorlar, yasal bir karşılığı yok. Hatta bizim az haberdar olduğumuz yerlerde (evet böyle yerler var!) aylarca sokağa çıkma yasakları koyuyorlar, hayatı durduruyorlar. Her şeyi yasaklamak zorundalar çünkü artık sadece şiddet, cebir ve korkuyla yönetebiliyorlar.

Durum bu. Kime sesleneceğiz? Kendimize ve birbirimize. Böyle yaşamak zorunda olmadığımızı durmadan hatırlatmak zorundayız, zira normalin ne olduğunu galiba unuttuk. Saat 22'de yatın, ışıklar sönsün dense mum arayacak kıvama gelmiş gibiyiz. İşte korkunç tarafı bu. Sanki geçici bir cinnet içindeyiz, her şey kendiliğinden bitecek ve biz de normal bir sabaha uyanacağız. Öyle bir şey olmayacak. Kendini bu düzenin sonsuzluğuna kaptıranların fütursuzluğu ile, olup biteni sanki gündelik bir şeymiş gibi iki homurdanarak atlatmaya çalışanlar arasında pek bir fark kalmadı gibi.

İyi de ne yapacağız deniliyor, valla bilmiyorum oturup ölmüş ruhlarımızı mı çağırırız, bütün tanık olduklarımızı saçma bulma dışında daha esaslı protesto etmenin yolunu mu ararız, elimizi taşın altına mı sokarız. Bilmiyorum. Tek bildiğim bu durum sürdürülebilir değil deyip yıllardır sürdürebilmemiz. Her sabah kalkınca “dokuz işçi siyanür dağının altında şimdi” diyorum günaydın yerine. Bunu ve benzerlerini durmadan söylemek istiyorum. Hiçbiri normal değil buna alışamayız çünkü.

Madem başvuracak bir yer yok, yerimize muhalefet edebileceklerin durumu belli, oturup galaktik konseye mektup yazsam gülersiniz madem, mecbur bir şeyler bulacaksınız. İnsanın tek ömrünün heba ediş anlarının toplamından ibaret olduğuna çarpmasından daha korkunç bir şey yok. Bir an önce bunun acısı geçsin, kaybolan kadınların, yanan, tacize uğrayan çocukların, kezzapla yanan kedilerin, usulsüzlüklerin, korkunç yoksulluğun ortasında açlıktan ölenlerin kıyısında, bekleyelim acısı geçsin, olanları bir an önce unutalım diye geçirdiğimiz bir ömür alt tarafı.

Hiç değilse bütün olup bitenlerin gerçekten katlanılamaz olduğuna ikna edelim birbirimizi, görüntüleri karartmadan, haberi atlamadan önce kendimizi ikna edelim. Bunlar herhangi bir canlı türünün katlanması gereken şeyler değil diye. Sonra birbirimizi ikna edip, daha fazla ses çıkaralım, herkesin aynı anda yüksek sesle, tanık olduğu korkunç olayları bağırdığını düşünün, en azından çevreye rahatsızlık vermiş oluruz. Ya da durmadan yasaklanan etkinliklere esaslı bir tepki veren seyirciler topluluğunu düşünün. Ülkenin çeşitli yerlerinden siyasi görüşü, inancı ne olursa olsun çok kalabalık grupların durmaksızın bu olayları bağırdığını düşünün. Mümkünse artık, nasıl olsa sustururlar diye düşünmekten vazgeçin! Kaybedecek bir şey yok zaten. Ortada bir hayat yok, yaptığınız işlerin bir anlamı yok. Yok. Buna ikna olduğunuzda birlikte bağıralım. Bu kadar nazik ve terbiyeli olmanın emin olun manası yok.

En son ısınmak için bir otele sığınan kedileri torbalara doldurup tekmeleyerek öldürdüler. Biz de torbadayız, farkında değiliz.

Özgürlüğü tiyatroda gürültü yapıp oyunu engellemek sanan seyirci, gerçek özgürlüğün ne olduğunu da bu arada öğrenirsin belki. Senin yerine ses çıkaranların cezalandırılmasına uzun baktın, siyanür, bir nehir biçiminde evinin önünden akacak şimdi. Üzgünüm senin çocukların da ölecek. Dokuz işçi bir siyanür dağının altında yatıyor. İsterseniz ilk replik bu olsun, bağırmaya buradan başlayalım.


Süreyya Karacabey: Adana'da doğdu. 1992'de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü'nden mezun oldu. Yüksek Lisans ve doktorasını aynı bölümde yaptı. Dramatik Yazarlık, Epik Tiyatro, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ortaçağ Tiyatrosu, Radyo Oyunu Yazarlığı derslerini yürüttü. 2010 yılında doçent ünvanını aldı.2017 yılına kadar çalıştığı bölümden 6 Ocak 2017 KHK'sıyla atıldı. Modern Sonrası Tiyatro ve Heiner Müller, Brecht'ten Sonra ve Gündelik Hayata Direnmek kitapları ve çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıları vardır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Süreyya Karacabey Arşivi