Süreyya Karacabey

Süreyya Karacabey

Gazze, kedi ve kız çocuğu

Gazze'de açlığın ne olduğunu kavramış bir kız çocuğu, kedisine diyordu ki, “ölürsek bizi yeme tamam mı, başkalarını ye.” Muhafazakâr adaylardan birinin o çocuğa “dünyanın düzeni bu” dediğini işitir gibi oldum. İçim daraldı.

Gazze'de açlığın ne olduğunu kavramış bir kız çocuğu, kedisine diyordu ki, “ölürsek bizi yeme tamam mı, başkalarını ye.” Minik bir videosu vardı, göreli çok oldu ama bazı şeyleri hemen cümleye dökmek o kadar kolay değil.

Bir arkadaşım insanları harekete geçirecek tek şeyin, bir hastalık olduğunu düşünüyordu. Çok üzüldüğümüz gecelerden birinde dedi ki, “kesinlikle şöyle olmalı, herkes bir başkasının çektiği acıyı, açlığı vb'ni eşzamanlı olarak kendi bedeninde duymalı.” Abart istersen dediğimde, teorik sempatinin boş bir gösteren olduğunu söyledi, hakiki bir bedensel temellük istiyordu. İnsandan ümidini kesmiş biri konuşuyordu, başkasının acısına bakıştaki soğukluğa dair bir beddua gibiydi söylediği ve herkesin öyle anlarda abartma hakkı kesinlikle vardı.

Geçenlerde bir klinik psikolog, ülkedeki insanlarda yaygın görülen şeyin duyarsızlaşma olduğunu söyledi. Bir çeşit acıdan kendini sakınma ediminin yarattığı sonuç olarak ele alıyordu konuyu. Elbette insanın kendini koruma mekanizması, yaşamak için elzem bir şeydi ama finalde beliren duyarsızlık ürkütücüydü.

Sonra yaşam kültürü denilen ve birbirine benzer sınıfsal özellikler gösteren insanlar arasında yaygın olan şeyin, amacı bu olmasa bile buna hizmet ettiğini düşündüm. Şöyle parodize edeceğim görüneni:

İnsanlığın son dönemecinde dış dünyada insan eliyle mümkün kılınan yıkımların, felaketlerin tam tersi bir varoluş öğretisi gelişip yayılıyor. Bu öğreti beden ve ruh sağlığıyla kafayı bozmuş yeni rahiplerin denetimi altında. Aşırılıklar, büyük jestler, tepki çekecek davranışlar denge okulunun püriten öncüleri tarafından denetleniyor ve herkes birbirini yogaya, beden sağlığına, çileci bir besin rejimine, büyüme hormonunun bedende rahatça salındığı saatlerde uymaya davet ediyor. Bireysel hayatlar giderek terbiye oluyor, kendine kapanıyor ve toksik diye adlandırılan şeyleri hayatının dışına sürmek için elinden geleni yapıyor.

Gözlerin bu yeni ışıltısı, dünyada kurtaracak tek şeyin kendisi olduğu fikrine sıkı sıkıya sarılan insanın aynayla kurduğu ilişinin yeni yansımasından oluşuyor. Tanıdığım herkes toksik olanı, dengesiz hayatı, sağlığa zararlı olanı bir dehşet duygusuyla kovalıyor ve gündelik hayat yeni yaşam biçiminin yararlarını birbirine anlatan, yayan havarilere yenilerini dahil ederek genişliyor. Şahane bir saadet zincirine girmeyi başaranların eski, kötüye kullanılmış, fazla yorulmuş zavallı bedenle kurdukları bu yeni anlaşma, onu eski sınırlılıklarından özgürleştirme, potansiyellerini geliştirme, yeni bir duruş kazandırarak ödüllendirme gibi görünürken, bu aşırı dikkate alınan bedenin, zihni de başka bir aşamaya götüreceği düşünülüyor.

Her yerde mineraller, vitaminler, serbest radikaller, hormonlarla ilgili sıkıcı bilgiler dolaşıyor ve toksik her şeyi kapı dışarı etmiş gruplar, bir insanın doğru yaşayabilmesi için en azından bir intörn kadar tıp bilgisine sahip olması gerektiğini, doğu tıbbını batı tıbbına doğru oranda eklenmesi gerektiği hakkında oturumlar düzenliyorlar, daha doğrusu ev gezmeleri ya da bir kafede buluşma bu oturumların gündelik formu.

Görünen buydu. Daha iyi bir yaşam öğretisinin-şüphesiz mantıklı da- kendini her şeyden korumaya çalışan insanlar yaratması kaçınılmazdı. Hatta esprisini bile yapmıştık, şu herkesin acı çekmesi gerektiğini düşünen “aşırı” arkadaşımla: “Dışarıdan toksik almıyoruz şekerim, evde kendimiz yapıyoruz.”

Besin kıtlığı yaşanacağına dair uyarılardan sonra, biri dedi ki, kileri doldurdum, besin depoluyorum. Hayatta kalmak için önlem alıyordu, iyi niyetle kendisini ve ailesini korumaya çalışıyordu. Ama herkes aç kalmaya başladığında o yiyecekleri herhalde tek başına yiyemeyeceğinin farkındaydı. Depolamanın evlerde değil de mahallelerde ortak bir yerde yapılmasının içimizi daha rahatlatacağına karar verdim. Öbür türlüsü kimsenin içine sinmeyecek bir sonuç yaratırdı zaten.

Her şey çok kafa karıştırıcıydı, her şey çok açıktı.

Belediye seçimleri sebebiyle düzenlenen gürültülü gösteriler düşünce akışımı bozdu, iyi bir yere bağlayacaktım aslında Gazze'deki kedisiyle konuşan o güzel çocuğu. Muhafazakâr adaylardan birinin o çocuğa “dünyanın düzeni bu” dediğini işitir gibi oldum. İçim daraldı.

Değiştiremeyeceğin şeylere fazla üzülme dedi bir başkası da, dengeni bozma, bana bir nefes tekniği gösterdi. Onların aşkınlık hallerine çok imrenmiştim ama bana iyi gelecek şey kesinlikle bu değildi. Üzgünüm ben aşırılıkları seviyorum, diye fısıldadım korkuyla, çünkü çok kalabalıklardı. Ben her şeyin ılık bir güneşte kurumaya bırakılmasını, her fazla jestin akılcıl argümanlarla sakinleştirilmesini, bu dünyada rahat nefes alabilmemizi uygunsuz buluyorum. Sigarayı da bırakmayacağım işte. Her halta ama şiddet bu diye bağırmanıza da illet olacağım. Kötü çocuklarla sınırı kırıp, içinde hak edene eşitiyle davranılan temalı bir film çekeceğim. Film, Gazze'de kedisine, ölürsek bizi yeme diyen çocuğun sahnesiyle başlayacak sonra o kızçocuğu bir kadın olup herkesi havaya uçuracak. Hayır nefes de almayacağım, o çocuk büyüyene kadar.


Süreyya Karacabey: Adana'da doğdu. 1992'de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü'nden mezun oldu. Yüksek Lisans ve doktorasını aynı bölümde yaptı. Dramatik Yazarlık, Epik Tiyatro, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ortaçağ Tiyatrosu, Radyo Oyunu Yazarlığı derslerini yürüttü. 2010 yılında doçent ünvanını aldı.2017 yılına kadar çalıştığı bölümden 6 Ocak 2017 KHK'sıyla atıldı. Modern Sonrası Tiyatro ve Heiner Müller, Brecht'ten Sonra ve Gündelik Hayata Direnmek kitapları ve çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıları vardır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Süreyya Karacabey Arşivi