Leyla Güven: Can Atalay için gösterilen tepki bizim için gösterilmedi

Hayatının on yılını farklı zamanlarda hapiste geçirmiş ve hâlen tutuklu bulunan HDP eski milletvekili Leyla Güven, Gramsci’den iktibasla “eski dünya ölüyor ve yerine yenisi doğmakta zorlanıyor, şimdi canavarlar zamanı” diyor.

Yerel seçim takvimi yaklaştıkça siyasette hatlar geriliyor, saflar berraklaşıyor. Hem yerel hem de genel seçimlerde kazanmış çok sayıda Kürt siyasetçi de bu süreci hapishanelerden izliyor. Aralık 2020’de tutuklanan ve hâlen Sincan Kapalı Kadın Cezaevi’nde tutulan Kürt siyasetinin önde gelen isimlerinden Leyla Güven de bunlardan biri.

Güven 2009 yılında Fethullahçıların yürüttüğü söylenen KCK operasyonlarıyla tutuklandığında Viranşehir Belediye Başkanı’ydı. 2018 yılında HDP’den Hakkâri milletvekili seçildiğinde de hapisteydi. Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması amacıyla 8 Kasım 2018’den başlayıp yedi ay devam ettirdiği açlık grevi sürecinde tahliye edilen Güven’in milletvekilliği 2020 yılında düşürüldü.

Toplamda hayatının on yılını hapiste geçirmiş ve hakkında astronomik hapis cezası verilmiş olan Leyla Güven’le avukatı aracılığıyla yaptığımız söyleşi bütün bu sürecin de bir dökümü mahiyetinde…

Bilmeyenler için hukuki durumunuzu özetler misiniz? Hangi davalardan yargılanıyorsunuz? Ne tür suçlamalarla karşı karşıyasınız?

1994 yılında HADEP’te siyasi çalışmalara başladım. O tarihten beri Kürt sorununun demokratik, barışçıl çözümü için karınca kararınca bir şeyler yapmaya çalıştım. Bu süreçte sayısını bilmediğim kadar çok gözaltı yaşadım. Hakkımda açılmış dava sayısını da bilmiyorum. Aslında çok da önemsemiyorum. Çünkü bu davaların hepsi yaptığım konuşmalarla ilgili. Konuştum, çünkü bu ülkenin tekçi, milliyetçi, cinsiyetçi politikalarına muhalif bir siyaset yürütüyorum. Dolayısıyla söylediklerim statükonun bekçilerini rahatsız ediyor.

İlk kez ne zaman tutuklandınız?

2009 yılında Viranşehir Belediye Başkanı’yken ilk kez tutuklandım. Şimdiye dek toplamda 10 yıla kadar cezaevinde kaldım. Dün cemaat, bugün de FETÖ dedikleri yapının hakim ve savcılarının verdiği yargısal kararlar (Ergenekon, Balyoz, Şike vb.) kumpas sayılırken, demokratik siyaset yapan bizlere verilen cezalar onandı. Aldığımız cezalar bahane edilerek 2020 yılında Musa Farisoğlu ile birlikte vekilliğimiz düşürüldü. Oysa kamuoyunun bilmediği trajikomik olay şuydu ki, ben verilen cezayı zaten yıllar önce yatmıştım. Yani vekilliğimin düşürülmesine neden olan cezanın yatarı yoktu. Dolayısıyla devletin bana bir yılımın borcu var.

CAN ATALAY İÇİN YAPILANLAN EYLEMLİLİĞİN BÜTÜN SEÇİLMİŞLER İÇİN YAPILMASINI İSTERDİK

Şu anki durumunuz ne?

Şu anda bir dosyadan 22 yıl 3 ay, bir diğerinden ise 6 yıl 3 ay, bir başkasından 11 yıl hapis cezası almış durumdayım. Bu cezaların istinaf, AYM, Yargıtay ve AİHM süreci devam ediyor. Bugün Can Atalay’a yapılan hukuksuzluğun mantığıyla, bizlere yaşatılanlar aynıdır. Bu ülkede muhalif olana, iktidarla aynı düşünmeyene reva görülen şey, seçilsen de hapisten çıkamayacağın anlayışıdır. Öte yandan Türkiye’nin sol-sosyalist, demokrat kesimi, hukukçular Can Atalay’a yönelik bizim de kabul etmediğimiz muameleye her gün gösterdikleri tepkileri, bizim vekilliğimiz düşürülürken göstermemişlerdi. Herkes üç maymunu oynadı.

Anlaşılan Kürt'sek, Kürt sorununun demokratik çözümü için siyaset yürütüyorsak, bizlere yapılan bütün haksızlıklarda bir haklılık payı görülüyor. Can için gösterilen tepkileri destekliyorum ama bu tepkilerin, eylemliliğin bütün seçilmişler için yapılmasını isterdik. Çünkü Kürt siyasetçiler hâlâ demokratik siyasette ısrar ettikleri için orantısız cezalarla karşı karşıya. Bize açık ve net bir biçimde “neden dağa çıkmadınız, burada başımıza bela oldunuz” deniyor. Oysa bizler demokratik siyaset anlayışımızla her alanda başlarına bela olmaya devam edeceğiz.

HAPİS CEZASI KARARINDA “ANASOYLU BİR TOPLUM YARATMAK İÇİN KONUŞMALAR YAPMIŞTIR” DENİYOR

Pek çok siyasi mahpus kendilerine yöneltilen suçlamaların, iddianamelerin trajikomik çelişkiler barındırdığını söylüyor. Sizin davalarınızda da bu tür çelişkiler var mı?

İddianamelerimde en çok karşılaştığım şey çevirilerle ilgili. Ben bütün konuşmalarımı Kürtçe yaptığım için bu konuşmalarımı sanırım TEM’de Türkçeye çeviriyorlar. Bunu da beceremedikleri için ortaya enteresan ifadeler çıkıyor. Örneğin “hak” kelimesinin Kürtçesi “maf”. Ben konuşmamda “bizim başkanımızın da yasalardan doğan hakları var” demişim, onlar da çeviride “bizim başkanımızın da ‘mafyası’ var” demişler. “Değerli halkımız”ı “ulu halkımız”, “acılı annelerimiz” sözümü “ağrıları olan annelerimiz” diye çevirmişler. “X şahıs” olarak tarif edip altını çizdikleri bölümler ise kızımla yaptığım konuşmalardır. Bana verilen 22 yıl 3 aylık hapis cezasının gerekçeli kararında “ana soylu bir toplum yaratmak için konuşmalar yapmıştır” denmiş. Yürüttüğüm kadın çalışmaları “yakın tehlike” olarak hedef gösterilmiş. Belediye başkanları, kadın hareketi ve partinin bütün toplantıları, çalışmaları illegal faaliyet olarak gösterilmiş.

CEZAEVLERİNDE YAŞANAN TAM BİR İRADE SAVAŞIDIR

Hapishane koşullarınız nasıl?

Naziler kitaplarını yaktığında Freud “ne büyük gelişme kaydetmişler! Ortaçağ’da olsak beni yakarlardı, şimdi kitaplarımı yakmakla yetiniyorlar” demiş. Bizler de bugün cezaevlerinde yaşananlara baktığımızda bir gelişme kaydettiğimizi söyleyebiliriz.

Nasıl yani?

Örneğin eskisi gibi coplarla koğuşlara girip bizi darp emek yerine bütün eşyalarımızı darmadağın edip, çoğuna “amacı dışında kullanılıyor” gibi keyfi gerekçelerle el koyuyorlar. Eskiden açlık grevi gibi eylemler için tutanak tutulmazken, şimdi koridorda karşılaşılan arkadaşa selam vermeyi bile tutanak tutmaya, ya da hücre cezasına gerekçe yapıyorlar. Eskiden cezası biten tutsaklar tahliye olurken şu anda cezaevlerinde yeni bir yargılama başlatıyorlar. İdari Gözlem Kurulu’nda hakimlerin yerine cezaevi müdürleri, psikologlar, öğretmenler, doktorlar, baş gardiyanlar, teknisyenler (tesisatçılar) ve savcı bulunuyor. Mahkemelerde yargılanırken dahi sorulmayan birçok şey bu kurulda soruluyor. Mesela “pişman mısın, çıkınca yine DEM Parti’ye gidecek misin” gibi sorular soruluyor. Cezaevlerinde yaşanan tam bir irade savaşıdır. Bu iradenin zaferi de 40 yıldır bizdedir.

BİZLERİ EN ÇOK ETKİLEYEN, HASTA TUTSAKLARIN DURUMU

Cezaevlerinde sizi en çok zorlayan sorunlar neler?

Bizleri en çok etkileyen hasta tutsakların durumu oluyor. Binlerce arkadaşımız içeride kendi ihtiyaçlarını karşılayamayacak durumda. Yüzlerce arkadaşımız kelepçelendiği ranzalarda tek başına can verdi. Dini, imanı, vicdanı, ahlakı kurumuş olan insanların elinde yetki var ne yazık ki. Bunlar hayatın kanunlardan daha değerli olduğunun farkında değiller. Analarımızın deyimiyle söylersek “Aqubeta girtîya li serê wan be.” Sonuç olarak cezaevlerini yaşanılmaz kılan şey ekstra kötülük üreten zihniyettir. Aksi durumda burada kendi bakış açınla bir yaşam kurabiliyorsun. Dışarıda olan her şey burada da var; hava, su, gökyüzü, yağmur, kar… Ama burada her şeyin minyatürü var.

Sanırım cezaevlerinde en çok özlenen de toprak, ağaç, yaprak, sınırsız yemyeşil doğa ve kocaman bir gökyüzüdür. Tabii bunları belirtirken de otuz yıldan fazla zamandır zindanlarda olan, tekli, ikili, üçlü koğuşlarda kalan arkadaşlarımızı hatırlatmalıyım. Dile bile kolay gelmeyen her türlü kötülükle baş edebilmiş ve buralarda çok ciddi bir entelektüel birikime sahip olmuşlar. Çok değerli eserler, ürünler açığa çıkarmışlar. 2023 yılında binlerce tutsak otuz yılını bitirip çıkacakken bu tahliyeler AKP-MHP faşist iktidarı tarafından İdari Gözlem Kurulları eliyle engellendi.

DÜNYAYI DEĞİŞTİRMEDEN MEKAN DEĞİŞTİRMEYE HİÇ NİYETİM YOK

Abdullah Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması amacıyla 8 Kasım 2018’de başlayıp 7 ay devam ettirdiğiniz açlık grevinden kalma sağlık sorunlarınız var mı? Hapishane koşulları sağlığınız üzerinde ne tür etkiler yaratıyor?

Açlık grevinin insan bünyesi üzerinde kalıcı tahribatlar yarattığı bir gerçektir. Ben de yüzlerce arkadaşım gibi kronik bazı rahatsızlıklar yaşıyorum. Bu da doğal bir sonuçtur ama ben iddialı bir şekilde belirtiyorum ki, dünyayı değiştirmeden mekân değiştirmeye hiç niyetim yok; bu inançla yaşıyorum. Sonuçta o grevde verdiğimiz ağır bedellere rağmen Sayın Öcalan ve üç arkadaşımız üzerindeki mutlak tecrit hâlâ devam ediyor. Ne acıdır ki, yasalar uygulansın diye gencecik insanlar yaşamından vazgeçmek zorunda kalıyor. Bu konuda da Türkiye’nin gardiyanlık pozisyonu değişmiyor, devam ediyor. Komplocu güçler hâlâ Sayın Öcalan’ın “demokratik ulus” perspektifinden korkup her geçen gün daha da saldırganlaşıyorlar. Bizler de Sayın Öcalan üzerindeki bu saldırıları durduramadığımızın ve mutlak tecridi yıkamadığımızın mahcubiyetini yaşıyoruz. Biliyorsunuz, 27 Kasım 2023’ten bu yana Kürt politik tutsaklar aynı taleplerle süreli ve dönüşümlü açlık grevlerini başlatarak taleplerini bir kez daha yenildiler.

KÖTÜLÜKLERİN SIRADANLAŞTIĞI ORTAMDA SEÇİMLER YEGANE ÇÖZÜM OLARAK GÖRÜLDÜ

İçerden bakınca özellikle Mayıs 2023 seçimlerinden sonra dışarısı nasıl görünüyor?

14 Mayıs seçimlerinin nasıl bir ortamda yapıldığını doğru analiz etmezsek doğru sonuçlar da üretemeyiz. 2010 Referandumu’ndan bu yana adım adım gelinen bu gerici ortamda demokratik bir seçim olabilir mi? AKP-MHP iktidarının, kendisi gibi düşünmeyen herkesi yargı dâhil devletin bütün imkanlarını kullanarak derdest ettiği bir ortamda yapılacak seçim Kenan Evren’in renkli kağıtlar kullanarak yaptığı referanduma benzer. Ülkenin her alanında ciddi ayrışmaların yaşandığı, insanların bir söz söylerken, X paylaşımı yaparken bin kez düşündüğü bir konjonktür içinde muhalifler ya bu sistemin yanında ya da karşısında olurlar.

MUHALEFET ALTILI MASA’DA OYALANIRKEN, ERDOĞAN ATI ALIP ÜSKÜDAR’I GEÇTİ

Peki Türkiye’deki muhalefetin vaziyeti ne?

CHP öncülüğündeki muhalefet farkında olarak ya da olmayarak AKP’nin İslam devletine giden yolunun taşlarını döşedi. “Ama, eğer” ile başlayan bir pratikle liberalizmde adeta XL bedene ulaştılar. Kötülüklerin sıradanlaştığı, sözün anlamını yitirdiği, yaşanan hukuksuzlukların kanıksandığı bir ortamda seçimler yegâne çözüm olarak görüldü. Muhalefet cılız da olsa çıkan sesleri bir şekilde bastırarak susturdu. Muhalif kesimler toplumun sesini kısmak yerine toplumun tepkilerini doğru temelde örgütleyebilseydi bugün başka bir şey konuşuyor olurduk. AKP, rejimi değiştirmek için kendince yol temizliği yaparken; muhalefet bütün ilkelerini, farklılıklarını, özgünlüklerini bir kenara bırakarak amorf bir ittifak anlayışına girdi.

Muhalefet Altılı Masa’da oyalanırken Erdoğan Goebbles’e rahmet okutacak yöntemlerle atı alıp Üsküdar’ı geçti. Dolayısıyla seçimlere bu kadar bel bağlamak, anlam yüklemek doğru değil. Ben bu düşüncelerimi seçimden önce de belirttiğim için bir hayal kırıklığı yaşamadım. Bizim gibi dili, kimliği, kültürü yok sayılan bir halk için seçimler amaç değil, araçtır. Tekçi, baskıcı, inkarcı, milliyetçi kodlarla oluşan devlet yapısında yapılan seçimlerde sadece yönetenler değişir. Türk, Sünni, erkek karakterli faşist cunta anayasası yerinde durduğu müddetçe, seçimlerin bir değişim yaratma şansı sıfırdır. 14 Mayıs seçimleri öncesinde de böyle düşünüyordum, şimdi de aynı noktadayım.

KÜRT SİYASETÇİLER OLARAK ‘HER ŞEYİ DOĞRU YAPTIK’ DİYEMEYİZ

DEM Parti Mayıs seçimlerinin sonuçları üzerine özeleştiri vermiş, tabanla ilişkisindeki eksiklikleri kabul etmişti. İktidarın baskıları bir yana, sizce 2015’ten itibaren HDP’nin oy düşüşüne neden olan eksiklikleri neler?

HDP’nin oy düşüşünü iktidarın baskıları dışında ele almanın ne kadar objektif olacağı tartışılır. Küçük bir gelişmenin bile ışık hızıyla yayıldığı, teknolojik gelişmelerin yeni boyutlara evrildiği bir ortamda DEM Parti yasaklarla mücadele ederek siyaset yapmaya çalışıyor. Demokrasiyi olmazsa olmaz bir ihtiyaç olarak görüyor. Çünkü demokrasi farklı hayat tarzlarının meşruiyeti üzerine kurulur. Demokrasinin kural ve kurumları ile boy verdiği ülkelerde özgürlükler yeşerir. Kürt halkı siyaset alanında her zaman demokratik bir yaklaşımdan mahrum bırakıldı. Son kırk yılın siyasi haritası da bunu net olarak gösteriyor.

Ben yaklaşık otuz yıllık çalışmalarımda partilerimizin kapatılmasına defalarca tanıklık ettim. Bunun nasıl bir duygu olduğunu anlatamam. Onca zaman, emek verip ilmek ilmek dokuduğun her şeyi bir anda yok etmek istiyorlar. Elbette Kürt siyasetçiler olarak asla “her şeyi doğru yaptık” diyemeyiz. Çünkü siyaset dünyayı, Ortadoğu’yu, konjonktürü doğru okuyabilme ve güçlü bir öngörüye sahip olma işidir. Çok güçlü bir siyasal perspektife sahip olmamıza rağmen öngöremediğimiz, “bu kadarını da yapamazlar” dediğimiz birçok olguyu acı deneyimlerle yaşadık, öğrendik.

CHP VE TARAFGİRLERİNİN YÜREĞİ AĞZINDA, ‘ACABA YENİ BİR ÇÖZÜM SÜRECİ BAŞLAR MI’ DİYE MERAK EDİYORLAR

Sizce Kürt siyasetinin hedeflediği “demokratik toplum, demokratik ülke” hâlâ olasılık dahilinde mi?

Konfüçyüs 2.600 yıl önce “Baskı yapan devletler kaplanlardan daha tehlikelidir” diyor. Bizim siyasi parti tarihimiz devlet zulmünün nasıl olduğunu cumhuriyetin tekçi ve milliyetçi karakterinde yaşayarak gördü. Bu karakterden en çok zarar gören de Kürt halkıdır. Buna rağmen halkımız Kürt sorununun demokratik yol ve yöntemlerle çözümü için siyasi parti çalışmalarını ve parlamento zeminini önemsiyor. Bu nedenle de Hakkârili bir dağ köylüsü kilometrelerce yol giderek kendisinden adeta saklanan sandığa ulaşıp oyunu kullanıyor. Sevgili Mehmet Sincar, Vedat Aydın, Muhsin Melik ve daha yüzlerce arkadaşımız demokratik siyasetin şehitleridir. Dün ölümlerle, bugün de zindanlarla siyasetimizin önü kesilmeye çalışıldı, çalışılıyor.

Siyasi partiler birer toplumsal harekettir. Ne kadar çok üyesi olursa, ne kadar çok sempatizanı olursa o kadar çok halka ulaşma ve politikalarını anlatma imkânı bulur. Kürt siyasal hareketinin yetiştirdiği binlerce kadro dünyanın her yanına dağılmak zorunda kaldı. Çünkü bu sistem “ya itaat edip AKP’nin Kürt kökenlisi olursun ya da çekip gidersin” diyor. Böyle olunca da siyaset alanında bir türlü profesyonel olunamıyor, daima amatör kalınıyor. Çünkü hafızalar kolay oluşmuyor.

Havuz medyası 7/24 partimizi karalama seansları düzenliyor. Öte yandan görünen o ki CHP ve tarafgirlerinin yüreği ağzında, korku içinde, “acaba yeni bir çözüm süreci başlar mı” diye merak ediyorlar. Emek ve Özgürlük İttifakı’nın dağılması için çeşitli girişimlerde bulunuyorlar. Ellerindeki belediyeleri kaybetmemek için yapılan bu etik dışı yaklaşımlar halk tarafından yakından izleniyor.

CEYLANPINAR’DA POLİSLERİN ÖLDÜRÜLMESİNİN PROVOKASYON OLDUĞUNU GEÇ ANLADIK

Sizce HDP özellikle 2015 sonrasında tabanıyla ilişkisini ve genel olarak siyasi stratejisini doğru yerden kurdu mu? Nerede yanlış yapıldı?

2015 yılının siyasal atmosferine baktığımızda bugünle kıyaslanamayacak kadar imkâna sahiptik. Halkımızın bin-bir emekle yürüttüğü mücadele çok önemli bir aşamaya gelmiş, muazzam bir enerji açığa çıkmıştı. Çünkü cumhuriyet tarihinde ilk defa böylesi bir çözüm iradesi ortaya çıkıyordu. Kürt halkı onlarca kurumu, siyasi partileri, kadın ve gençlik hareketleriyle seçim barajını aşacağına inanmış ve bu doğrultuda kendini planlamıştı. İktidarın siyasi soykırım operasyonları, IŞİD’in katliamcı provokasyon girişimleri motivasyonumuzu bozmamıştı. Seçim çalışmalarında halkın gözlerindeki umudu görebiliyorduk. Sonuçta bütün engellemelere rağmen partimiz 80 milletvekili çıkardı. Biz daha bu tarihi başarının kritiğini yapamadan, AKP muhtemelen 7 Haziran akşamı 1 Kasım seçiminin kararını aldı. Dolayısıyla partimizin yanlış yapma zamanı bile olmadı. O yüzden ben bu eleştiriyi çok objektif bulmuyorum.

Ama şu soruyu da kendimize soruyoruz: 7 Haziran motivasyonunu 1 Kasım seçimlerinde neden sağlayamadık? 22 Temmuz 2015’te Urfa-Ceylanpınar’daki polis memurlarının öldürülmesinin bir provokasyon olduğunu geç anladık. 7 Haziran’da aldığımız oyların emanet değil, halkımızın halis-muhlis oyları olduğunu söylemeliydik. AKP’nin özünde faşist bir iktidar olduğunu halkımıza anlatmakta eksik kaldığımız da doğrudur. AKP’nin bugün itiraf ettiği üzere Arap Baharı’ndan korktuğu için başlattığı çözüm sürecini önemsedik. Her ne kadar masanın birini İmralı Adası’na diğerini de Genelkurmay’a kurup inkâr, imha, çökertme planları yapsalar da Kürt halkı bu süreçte umutlandı. Çünkü savaşın en ağır yükünü onlar yaşadı, yaşıyor.

ADAYLARI ÖN SEÇİMLE BELİRLEMEDE GEÇ BİLE KALDIK

DEM Parti 31 Mart 2024 yerel seçimlerinde adaylarının çoğunu önseçimle belirledi. Bu yöntemin Kürt siyasetine ne tür katkıları olacağını düşünüyorsunuz?

Her siyasi parti halkın teveccühünü, desteğini almak durumunda. Sonuçta partiler halkın duyacağı güvenle belli aşamalara gelip politikalarını hayata geçirebilirler. Kürt halkı açısından siyasi parti olgusu çok daha fazlasıdır. Bizim coğrafyamızda yaşıyorsanız, siyasi partilerin ve devlet kurumlarının, dilini bilmediğiniz bürokratik, elit, soğuk bir imaja sahip olduğunu bilirsiniz. Oysa partilerimizi, kurumlarımızı bizzat halkımız kurdu. İnsanlar gündüz en ağır işlerde çalışıp akşamları da parti toplantılarına katılarak sorumluluk üstlendi. 1994 yılında partimin Konya İl Yönetim Kurulu’ndayken şahit olduğum fedakarlıkları asla unutamam. Köyleri yakıldığı için, koruculuğu kabul etmedikleri için göç etmek zorunda kalan Kürtler ağırlıkla inşaatlarda çalışırdı. Her ay başında aidatını getirip nasırlı elleriyle saymana teslim ederlerdi.

Her gün binaları basılan, yakılan, bombalanan, binlerce yöneticisi tutuklanan partilerimizi kuran, yöneten, sahiplenen halkın kendisi oldu. Kimi memlekete duyduğu özlemi, kimi yitirdiklerinin acısını paylaşmak için ortak çatı olan parti binalarına gelirdi. Dolayısıyla Kürt halkı için partimiz sadece bir parti değil, acı ve sevinçlerini paylaşabilecekleri mekânlar oldu. Hâl böyle olunca halka rağmen kararlar alma, aday belirleme, ittifaklar oluşturma lüksümüz yok. Çünkü halk partinin stratejik, ideolojik hamlelerini bildiği oranda sahiplenecektir.

1999 yılında “kendimizi de kentimizi de biz yöneteceğiz” sloganıyla partimiz 37 belediye başkanlığını kazandığında belediyelerin kapılarını halka açmıştık. Sistem partilerinin adeta tarumar ettiği, borçlandırdığı belediyelerde hizmet yapma olanağı kalmamıştı. Diyarbakır başta olmak üzere kazandığımız tüm yerellerde halkımız el arabasını, küreğini, süpürgesini alıp sokakları temizlemeye başlamıştı. Birbirlerine haber vererek “su paralarını geciktirmeden ödeyin, belediyemiz iş yapabilsin” demişlerdi. Kurumlarına, siyasetçilerine, değerlerine bu denli bağlı olan bir halka eksik yaklaşım gösterme lüksümüz bulunmuyor.
Partimiz bu sefer adaylarını önseçimle belirleyerek en doğrusunu yapmıştır. Halkımız iradesiyle belirlediği adaylara yeri geldiğinde hesap sormayı da bilecektir. “Geri çağırma ilkesi” kapsamında onları görevden dahi alabilecektir. Kamuoyunun da yakından bildiği üzere siyasi partiler içinde en yüksek politik düzeye sahip olan DEM Parti seçmenidir. Belki bu yöntem yeni olduğu için bazı eksiklikler yaşanmıştır ama zamanla bunlar da giderilecektir. Biz önseçim konusunda geç bile kaldık. Umuyor ve diliyorum ki, bu demokratik adım diğer siyasi partilerdeki lider suntasını da ortadan kaldırır.

Eğer hapiste olmayıp partinizin çalışmalarına katılsaydınız 31 Mart’a kadar nasıl bir yol izlenmesini önerirdiniz?

Siyasal anlayışımızda kişilerin tek tek söyledikleri değil, partimizin ilgili kurullarının yürüttüğü ortak tartışmalar sonucunda ortaya çıkan kolektif fikirler doğrultusunda yapılan planlamalar hayata geçirilir. Partimiz cezaevlerinde olsak da görüş ve önerilerimizi almaya gayret gösteriyor. Siyasal kültürümüzde doğru yapılan her çalışma halkımıza, yetmezlikler de biz siyasetçilere aittir. Dolayısıyla ben de arkadaşlarımın büyük bir fedakârlıkla yürüttüğü çalışmaların başarıya ulaşması için elimden geleni yapmaya çalışıyorum.

HAKİKAT OLABİLDİĞİNCE MUĞLAKLAŞMIŞ DURUMDA

DEM Parti Türkiye’nin batısında “fazla Kürt”, doğusunda “az Kürt” olmakla yaftalanıyor. Sizce bu dengeyi kurmanın koşulları var mı?

Çok partili sisteme geçildiğinden beri siyasi partiler halkların, toplumun refahından, huzurundan ziyade devleti kutsayan, vatan-millet-beka söylemlerini öne çıkaran bir siyaset yürüttüler. Bu nedenle de devletin topluma tepeden dayattığı her türlü baskı, zulüm “koskoca devlete karşı mı geleceksin, devlet böyle diyorsa bir bildiği vardır” denilerek kanıksandı, sineye çekildi. Oysa siyaset devlet için değil toplum için yürütülmeliydi. Çünkü özel hayatta hatalarınızın bedelini kendiniz ödersiniz ama kamusal yaşamda politikacıların hatalarını halklar öder.

Türkiye’deki siyasal atmosferde aldatarak yükselmenin, kurnazca kandırmanın mübah hale geldiği, hatta sıradanlaştığı bir ortamda hakikat olabildiğince muğlaklaşmış durumdadır. Antidemokratik şartlarda yapılan seçimlerle halkın rızası sömürülerek baskıcı, faşizan uygulamaların üstü örtülmeye çalışılıyor. HDP öğretilmiş çaresizliklere karşı hakikatin izini sürmek için adalet, eşitlik, özgürlük kavramlarını gerçek içeriğine kavuşturmak ve her türlü sömürünün son bulması için siyaset arenasına girdi.

HDP fikriyatı Türkiye’de bir ilkti. Cumhuriyetin tekçi, milliyetçi yapısına karşı ilk defa bir çok parti, kurum, şahsiyet özgünlüklerini koruyarak ortak paydalarda buluştular. Bu fikriyat etrafında birleşenler de bunun kolay olmadığını, ama bunun imkânsız da olmadığını biliyordu. Böylece HDP ilk girdiği seçimde barajı aşarak parlamentoya 80 milletvekili soktu.

HDP TÜRKİYE’NİN DOĞUSUNDA DA, BATISINDA DA HEM KÜRTTÜR HEM TÜRKTÜR

Bu ülkenin siyasal tarihinde ilk defa bütün halklar, inançlar, renkler, kültürler bir arada, milletin meclisinde yer aldılar. Bundan ürken devlet erkanı çökertme planını devreye sokmakta gecikmedi. Aslında bizim açımızdan bütün kurumlarımızın iş ve rol koordinasyonu netti. Ancak uygulamada biraz sorun yaşandığı da aşikardı.

Kamuoyunda bilinçli bir kampanya yürütülerek HDP’nin ne kadar Türkiye partisi olduğunu kanıtlaması isteniyordu. Oysa HDP tüzüğünde, programında her türlü baskı, sömürü, inkâr, imha politikasına karşı olduğunu, bu zulmü yaşayan halklarla daima dayanışma içinde olacağını beyan etmişti. Dolayısıyla HDP Karadeniz’den Kürdistan’a kadar her alanda ciddi çalışmalar yürütmüştür. Ancak HDP bileşenlerinden biri olan Kürt siyasal hareketi öylesine büyük hukuksuzluklarla karşı karşıyaydı ki; her gün yeni bir soykırım operasyonu ya da farklı zulümler yaşanıyordu. Bu nedenle Kürt halkıyla birlikte olmak, onların acılarını paylaşmak kadar doğal bir tepki olamaz.

Sonuçta HDP en çok Kürt halkının oy verdiği partidir. HDP yanlışlık yaptığı için değil, bazı kesimler HDP’yi bir kalıba sokmaya çalıştığı için bu söylemler gelişiyor. HDP yürüttüğü bütün kampanyalarda net olarak “Kürdüz, Türküz, Lazız, Çerkesiz, Abazayız, Aleviyiz, Sünniyiz, Ezidiyiz, Ermeniyiz, Süryaniyiz ve daha birçok halkı ve inancı temsil ediyoruz” dedi. Tekçiliği ve milliyetçiliği temsil ettiğini savunan renksiz düzen partileri HDP’nin bu kapsayıcı, çok renkli yapısını kendileri için bir tehlike olarak gördüler. HDP’yi pasifize etmeye çalıştılar. Oysa HDP Türkiye’nin doğusunda da batısında da hem Kürttür hem Türktür.

GEÇEN DÖNEM PARLAMENTO GRUBUMUZDAN HİÇBİR BİLEŞEN VEKİLİNİN CEZAEVİ ZİYARETİNE GELMEMESİ BANA KÜRTLÜĞÜMÜ HATIRLATTI

Emek ve Özgürlük İttifakı dahil muhalefet Mayıs 2023 seçimlerinden ayrışarak çıktı. Millet İttifakı tamamen dağıldı. Emek ve Özgürlük İttifakı varla yok arasında. Bazı Türkiye sol-sosyalist hareketleri DEM Parti’yi “fazla dominant” bulurken bazı Kürt milliyetçileri de Türkiye sol-sosyalist hareketleri “ayak bağı” olarak yaftalıyor. Hangisi doğru, hangisi değil?

İttifak politikalarına hangi perspektiften bakıldığı önemlidir. Bazı ittifaklar geçici, gündemi siyasal konjonktüre göre şekillenen taktiksel ittifaklardır. Bu ittifaklar genelde seçim endeksli, çıkar odaklıdır. Çıkarlar ortadan kalktığında ise dağılırlar. HDP’nin de içinde olduğu Emek ve Özgürlük İttifakı’nın seçimlere endeksli olmayan stratejileri uzun vadelidir. Bu ittifakta yer alanlar yaşama soldan bakan, inandığı değerler uğruna bedel ödemeyi göze alan, demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü bir paradigmayı benimseyen, işçinin, emekçinin, emeklinin, kadınların, gençlerin umudunu büyütmeyi önemseyenlerdir. HDP çatısı altında birleşen bu demokratik cephe çok önemli çalışmalara imza attı. Binlerce yöneticisi tutuklanan, her çalışması kriminalize edilen bu cephe, bu koşullara rağmen seçimlere katılıp önemli başarılar elde etti.

Sonuçta herkes bilir ki, farklı kurumlarda çalışıp farklı anlayışlara sahip insanların birlikte iş yapması çok da kolay değildir. HDP fikriyatı ile bu zor başarıldı. Zaman zaman sıkıntıların olduğu anlaşılıyor. Geçen dönem parlamento grubumuzdan hiçbir bileşen vekilinin cezaevi ziyaretine gelmemesi bana Kürtlüğümü hatırlattı. Bir başka bileşen vekilimiz benim eylemim için “HDP’li bir vekilin Öcalan için greve girmesini doğru bulmuyorum” diyebilmişti. Devrimcilik iddiası olan biri bunu nasıl dile getirir, ya da insan haklarına bu denli yabancılaşmış birine devrimci denir mi? Takdir kamuoyunundur.

YÜZÜMÜZÜ SANAL ALEMDEN KALDIRIP HALKA DOKUNMALIYIZ

Sizce Kürt hareketiyle Türkiye sol sosyalist hareketleri arasındaki yıpranmış ilişkinin telafisi nasıl mümkün?

“Eski dünya ölüyor ve yerine yenisi doğmakta zorlanıyor, şimdi canavarlar zamanı” diyor Gramsci. Dünyada sıradışı gelişmelerin yaşandığı, kurulu düzenlerin sarsıldığı bir zamanı yaşıyoruz. Şu da çok nettir; neoliberal rejimlerin dünyaya egemen olmasının yolu, ezilenlerin rızasının “dincileştirme” üzerinden üretilmesiyle mümkündür. Dünün dünyasını Hitler, Mussolini, Franco, Saddam, Demir Lady ve daha birçok diktatör yönetiyordu. Bugün de Putin, Trump, Orban, Reisi, Esad, Erdoğan, Meloni, Le Pen vb. ırkçı veya faşist karakterler sahnedeler. Dünyanın her yerinde sol, sosyalist, barışçıl, ekolojist hareketlere ihtiyaç var. Bu da sol, sosyalist güçlerin birlikte hareket etmesiyle mümkündür. Birlikte hareket edip, yüzümüzü sanal alemden kaldırıp halka dokunmalıyız. Bence bu, devrimcilerin tarihsel sorumluluğudur.

İKTİDAR VE MUHALEFET KÜRT SORUNU KONUSUNDA TAM BİR MUTABAKAT İÇİNDE

31 Mart’tan sonra dört yıllık bir seçimsizlik dönemi başlayacak. İktidarın 1 Nisan itibariyle zamlar yoluyla halkın üzerindeki ekonomik baskıyı arttıracağı iktisatçılar tarafından aktarılıyor. Benzer bir biçimde siyasi baskılara da hız verileceği söyleniyor. Dolayısıyla önümüzde yeni bir çözüm süreci olmadığına dair karamsar bir bakış da var. Siz bu konuda karamsar mısınız?

“Üçüncü Dünya Savaşı” Avrupa sınırlarına dayansa da aslında merkezi Ortadoğu’dur. Afganistan ve Irak müdahalesiyle başlayan Ortadoğu dizayn süreci henüz tamamlanmadı. İran, Suriye, Irak’ın dizaynıyla bölgede olmak isteyen ABD-NATO başarısız oldukça yeni hamlelere başvuruyor. Bütün bu denklemler tartışılırken bölgesel Kürt sorunu artık küresel boyuta ulaştı. Emperyal güçlerin bütün yönelimlerine rağmen uluslararası bir karakter kazanan bu soruna artık hiçbir güç kayıtsız kalamaz. Üçüncü Dünya Savaşı’nın fragmanlarının oynandığı bu süreçte isteseler de Kürt halkını, realitesini denklem dışı bırakamazlar.

Ortadoğu’nun en politik, örgütlü halkının haklı talepleri bütün kesimlerin görüşme masalarında. Talebimiz Kürt sorununun bir an önce barışçıl yöntemlerle çözümüdür. Ayrıca Kürt sorunu gibi tarihsel boyutları olan bir meselenin kalıcı çözümü için Türkiye toplumuna da önemli görevler düşüyor. Kürt sorunu sadece Kürtlerin sorunu değil. Yoksulluk, yolsuzluk vb. sorunların en önemli nedenlerinden biri Kürt sorunudur. Dolayısıyla bu kadar önemli ve can yakıcı bir sorunun sadece seçim dönemlerinde gündeme getirilmesi son derece ciddiyetsiz ve talihsizdir. Dünyanın kalbinin Ortadoğu’dan yeniden şekillendiği bir süreçte her halk kendi ülkesindeki iktidarı baskıcı, despot tutumlarından dolayı sorguluyorsa bu olumlu bir gelişmedir. Maalesef Türkiye’ye baktığımızda iktidar ile muhalefetin Kürt sorunu konusunda tam bir mutabakat içinde olduğunu görüyoruz. Zaten bu da anlaşabildikleri tek konudur. İktidar “yok dersen yok olur” safsatasını ortaya atarken, Anamuhalefet partisi de “Kürtler daha az eşittir” mucizesini toplumla paylaşıyor.

Sizce mevcut iktidar önümüzdeki dönemde de kayyım politikalarına devam eder mi? Kayyım politikalarının devamı tarihsel olarak nasıl bir anlamı barındırır?

Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan bu yana Türk olmayanlara karşı eşit ve adil olmadı. İsrail devletinin Filistin halkına yaşattığı bütün acıları, zulmü Türkiye Cumhuriyeti de Kürt halkına yaşattı, yaşatıyor. Gelinen aşamada kötülüğün sıradanlaştığı, sözün anlamını yitirdiği, kavramların içinin boşaltıldığı, Cumartesi Anneleri ile barış annelerinin evlatlarının kemiklerini aradığı, kadınların her gün hunharca katledildiği, on binlerce muhalif siyasetçinin mahpuslarda olduğu, insanların geçim sıkıntısından dolayı intihar ettiği, iş cinayetlerinin her gün arttığı, bir avuç sermayedarın ve AKP-MHP’lilerin dışındaki herkesin mutsuz ve umutsuz olduğu bir ülkede kayyım uygulamasına çok da şaşırmamak gerekiyor. AKP-MHP iktidarı Kürt hareketinin yerel yönetimlerdeki başarısının halk tarafından bilinmesini istemiyor. Halkımızın iradesini gasp ediyorlar. Önümüzdeki dönem halkımız yine seçtiği belediye eşbaşkanlarına her şart altında sahip çıkacaktır. Halkların gücünü engelleyebilecek bir araç henüz icat edilmedi.

KÜRT GENÇLERİ BİZİ ÇOK LİGHT, BİRAZ DA LİBERAL BULUYORLAR

Sizin kuşağınızdaki Kürt siyasetçileri “biz konuşulabilir son kuşağız” diyordu. Fakat tersi oluyor sanki. Zira mülteci karşıtlığı üzerinden mobilize olan ama anti-Kürt karakteri daha güçlü, iktidara da, muhalefete de muhalif, ırkçı bir dalga özellikle yeni kuşaklar arasında yayılıyor. Sizce bu geçici bir dalgalanma mı, yoksa Türkiye’yi çok daha derin bir tehlike mi bekliyor?

“Yaralarım ben doğmadan önce vardı, ben onları bedenimde taşımak için doğmuşum” diyor Fransız bir yazar. Ülkesinde çarmıha gerilen Kürt halkı son yüzyılda kendisine yaşatılanları aile büyüklerinin kısık sesinden duydu. Çünkü coğrafyamızda yaşanan katliamlar devlet sırrı olarak arşivlerde saklanır. Yakın tarih kitaplarında da mealen “bir avuç eşkıya devletimize karşı geldi, devletimiz de onlara şefkatli bir yaklaşımla gerekli cevabı verdi” diye yazılır. Dolayısıyla hesaplaşılmayan geçmiş, günümüzü hasta etmeye devam ediyor.

Kürt halkı çok genç bir nüfusa sahiptir. Gençlerimiz tarihini okuyor ve kendilerine yaşatılanları çok iyi biliyor. Demokratik siyasetteki ısrarımızı abartılı buluyor. “Vekillerimiz, belediye eş başkanlarımız, parti yöneticilerimiz görevlerinden alınıyor, tutuklanıyor, partilerimiz kapatılıyor ama siz ısrarla siyaset yapmaya çalışıyorsunuz” diyorlar. Dört ayrı devletin sınırları içinde kalan milyonlarca Kürdün bir statüye kavuşmasının bu yüz yılın kaçınılmaz gerekliliği olduğunu söylüyorlar. Dolayısıyla Kürt gençleri, biz siyasetçileri çok light, biraz da liberal buluyorlar. Biz de dilimiz döndüğünce nihai sonucun bin yıllık kardeşlik temelinde, ortak vatanda, özgür, eşit, birlikte yaşamda olduğunu söylüyoruz. Bunu da halkımızın büyük özverileri sayesinde başaracağımızı belirtiyoruz.

Eğer Kürt sorununa kalıcı bir çözüm üretilmezse Türkiye de Ortadoğu’daki diğer ülkeler gibi kaos ve krizlerden çıkamayacaktır. “Çözülmeyen denklem kilitler” misali Kürt sorunu da Türkiye’deki demokrasi, insan hakları, hukuk, ekonomi ve daha bir çok alanı kilitliyor ve yaşamı zorlaştırıyor. Kürt halkı uğrunda canını, malını verdiği değerlerinden bin yıl da geçse vazgeçmeyecektir. Herkes bunu böyle bilmeli, hesabını buna göre yapmalıdır.

SAVAŞIN YIKTIĞI ORTADOĞU’DA DEVLETLER VASIFLARINI YİTİRDİ

Son dönemlerde baskıların da etkisiyle Kürtlerin anadilleri konusundaki hassasiyeti gözle görülür bir biçimde arttı. Zana Farqini gibi dilbilimciler özellikle yeni iletişim teknolojilerinin de yaygınlaşmasıyla Kürtçenin bir varlık-yokluk mücadelesi içinde olduğunu söylüyor. Sizce Kürtler, Kürt siyaseti bu konuda ne yapabilir, ne yapmalı?

Savaşların yıktığı Ortadoğu’da devletler vasıflarını yitirdi. Beslenme, barınma ve güvenlik gereksinimini karşılamak, karşılıklı sevgi ve güven içinde sorunlarını çözmek için bir araya gelen insanlar demokratik sistemleri arıyorlar. Demokratik ulus perspektifiyle Rojava’da denenen model Kürtler açısından devlet olmadan da halkların kendi kendini yönetebileceğini ve bunun da en demokratik ve katılımcı model olduğunu gösteriyor.

Ortadoğu gibi çok kimlikli bir coğrafyada en uygun yönetim biçiminin demokratik ulus, konfederal sistem olacağı yadsınamaz bir gerçektir. Annelerimiz başta olmak üzere halkımız bütün baskı, yasak ve asimilasyon politikalarına rağmen dilini, kültürünü bugünlere taşıyabildi. “Kamber Ateş nasılsın?” ya da “ Türkçe konuş çok konuş” sözleri bütün Kürtlerin hafızasında canlıdır. Devletin bu zulmüne rağmen benim gibi İç Anadolu’da en az beş yüz yıllık sürgünler bile hâlâ dillerini konuşabiliyorlarsa, asimilasyon başarılı olmamış demektir. Kürt halkı dün de bu yasakları tanımadı, bugün de tanımıyor.

Sevgili Zana Farqini gibi Kürt dilbilimcilerin bu anlamda çok büyük emekleri vardır. Mamostelerimizin ifade ettiği tehlikeler elbette dikkate alınmalıdır. Kurumlarımızın bu konuda yapacağı bir çok çalışma olmalıdır. Bence en önemlisi de yaşamın her alanında anadilimizi konuşmak ve bu yasakları daha çok teşhir etmektir. Biz Kürt kadınları olarak geçmişten beri bu konuda hep daha duyarlı olduk. Bundan sonra da Gandhivari sivil itaatsizlik eylemleriyle bu yasakları dünyanın gündemine taşımalıyız.

Önceki ve Sonraki Yazılar
İrfan Aktan Arşivi