kurbandan kurucu iradeye

ama erkek şiddeti konusunda politik tutum, kolayca özdeşleşebileceğimiz bir adam söz konusu olduğunda verdiğimiz tepkiyi, kararlılığı da içeriyor.

geçen pazar, türkiye’nin de dört bir yanında eylemlerle anılan kadınlara yönelik şiddetle mücadele günü’nün hikâyesini duymuşsunuzdur. dominik cumhuriyeti’nde, önce tecavüz edilip sonra öldürülen mirabal kardeşleri yani. bu üç kardeş, erkek şiddetinin kurbanı kadınlar olarak anlatılıyor hep ama onların movimiento revolucionario 14 de junio (mr14j) yani 14 haziran devrimci hareketi adlı örgütün kurucularından olduğu nadiren anılıyor. oysa ülkelerinde "bizim de che guevaralarımız var" diye söz ediliyor onlardan.

kadın kurtuluş hareketi, başka birçok şeyle birlikte, her türden resmi/alternatif- görünümlü-resmi tarihleri de yeniden yazıyor, yazacak. ama kadınları onurlandırmak, hak ettikleri yere koymakla bitmiyor iş.

bernardo bertollucci, geçen hafta, onlarca önemli film, ödüller ve paris’te son tango filminin çekimleri sırasında, marlon brando’nun suç ortaklığıyla, senaryoda bulunmayan bir tecavüz sahnesi kurgulamanın ve daha sonra maria schneider’le ilgili, "bir oyuncu gibi değil herhangi bir kız gibi tepki vermesini istiyordum, kendisini aşağılanmış hissetmesini istiyordum," demiş olmanın şerefsizliğini ardında bırakarak, göçtü. bazı yönetmenler, oyuncuların, ancak olanları "yaşadığında" iyi rol yapabileceğine inanır, derler. nitekim, bu aralar adı onunla sık sık yan yana anılan yılmaz güney’in de duvar filminin çekimleri sırasında çocuk oyuncuları dövdüğüne ilişkin bilgiler var. sinemacıların, filmlerini her türlü insani değerin üstünde tutacak kadar önemsemesinin neden bu kadar makul göründüğünü anlamakta güçlük çekiyorum. çünkü örneğin, "haberim her şeyden önemlidir," diye düşünen fotoğrafçılar yerden yere vuruluyor. 

konuyla doğrudan ilgisi yok ama şunu da hatırlatayım, bertollucci’nin kendisini marksist olarak tanımladığı 1960’larda bu fikri benimsemek, bugün aynı şeyi yapmaktan çok farklı. çünkü avrupa’da komünist partilerin güçlü ve sosyalizmin daha geniş kesimler için umut olduğu, solculuğun neredeyse "anaakım" sayıldığı, çoğu entelektüelin kendisini solda tanımladığı bir zaman o.

bertollucci’nin ölümü, şili’de, benzer bir tartışmanın yürütüldüğü dönemin hemen ardından geldi. ağırlıklı olarak öğrenci kadınların oluşturduğu bir grup, bir havaalanının adının pablo neruda olarak değiştirilmesine, şairin yaşadığımı itiraf ediyorum adlı hatıratında anlattığı tecavüz vakası sebebiyle itiraz etti. isabel allende ise, guardian gazetesine verdiği demeçte, "ben de şili’deki birçok genç feminist gibi neruda’nın hayatının ve kişiliğin bazı yönlerini iğrenç buluyorum. ama edebiyatını gözden çıkartamayız," demiş.

noir désir grubunun vokalisti bertrand cantat, 2003 yılında, sevgilisi marie trintignant’ı, döverek öldürdüğünde de şaşıranlar olmuştu.

tecavüzcü, dayakçı erkek ibrahim tatlıses, cahil maço, sevmediğimiz partinin taraftarı olduğunda işler kolay. ama erkek şiddeti konusunda politik tutum, kolayca özdeşleşebileceğimiz bir adam söz konusu olduğunda verdiğimiz tepkiyi, kararlılığı da içeriyor.

o yüzden erkeklere mahsus şiddet de dahil olmak üzere, insanlık suçu işlemiş herhangi bir sanatçıyı kamusal alanda onurlandırmamak gerekiyor bence. yani o havaalanının adı pablo neruda olmamalı, cantat’ın seslendirdiği şarkılar toplu müzik dinlenen mekânlarda çalınmamalı, bertollucci’nin filmleri festivallerde gösterilmemeli ki benzer suçlara tevessül eden herkes, yaptığı şeyin utancının ölümünden sonra bile peşini bırakmayacağını bilsin. internette her şeye ulaşılabilen çağda bu, insanları o eserden mahrum bırakmak anlamına bile gelmiyor zaten.

zaten iyi sanattan mahrum kalmayalım, iyi hiçbir şeyden mahrum kalmayalım. ama doğruyu seçme hakkımızı da bir kenara atmayalım, değil mi?

ikinci dalga feminizmin bir bütün olarak devrimciliği, daha önce sorgulanmaz sayılan alanları sorgulamasıyla ilintili ve bu, özel alandan ibaret değil. ikinci dalganın ilk ve önemli yazarlarından, edebiyat eğitimi almış olan amerikalı kate millett, ilk kitabı cinsel politika’da, ingilizcenin üç önemli yazarının, d.h. lawrence, norman mailer ve henry miller’ın edebiyatını sorgulamıştı. kitap 1970 yılında yayınlandı, o noktadan geri gitmemiz için bir sebep görebiliyor musunuz? hem feminizmin bugünkü kuruculuğu, buralarda da saklı.

diğer yandan, eser sanatçıdan bağımsız mıdır? bence bir ölçüde öyle. çünkü yaratıcı üretim gerçekten karmaşık bir süreç. politik olarak musssolini’ye destek vermiş, berbat bir adam olan ezra pound’un mesela, iyi bir şair olduğunu reddetmek çok güç. ama eserin ideolojik olarak yaratıcısının ideolojisinden bağımsız olabileceğine inanıyor muyuz? peki ideolojinin kişinin hayatından ve kişiliğinden bağımsız olması mümkün mü?

en sıkışık alanlarda yaşayanlar, en yoksullar, hiçbir şansı, hakkı, fırsatı olmayanlar bile hayatlarını şekillendirirken ideolojik tercihlerini bir nebze de olsa kullanıyor; değil ki parlak, başarılı, yetenekli insanlar. kişilikse, fıtrat meselesi değil, toplumsal koşulların şekillendirdiği bir olgu. dünya tarihine, hadi o kadar geniş düşünmeyelim, 20. yüzyıl tarihine baktığımızda, zamana yön vermese bile, dönemeçleri tutmuş olan bir sürü erkek görüyoruz. onları, cesaret/korkaklık, güç/zayıflık, başarı/başarısızlık başta olmak üzere birkaç temel kriterle değerlendiriyor tarih. ama yaratıcı olanlar da dahil olmak üzere hepsinin hegemonik kişilikler olduğunu görüyoruz. bu tesadüf değil. kadınların bütün bu alanlardan dışlanmış olmasının tek sebebi tarihin erkekler tarafından yazılmış olması değil, aynı zamanda başarının erkekliğe mahsus kriterlere hapsedilmiş olması. 

yaratıcı süreçler son derece karmaşık, bu süreçlerin, eserin çekiciliğinden, kalitesinden vazgeçmeden nasıl demokratikleştirilebileceği bence sanata toplumcu düşünceyle bakmaya çalışanların kafa yorması gereken bir konu.

ama şunu da görmeden devam etmek çok güç; paris’te son tango, çekimi sırasında, iki başarılı, tecrübeli, baskıcı erkeğin, sanatsal gerçekçilik olduğunu iddia ettikleri bir şey uğruna, genç bir kadını aşağılamalarından ve böylece onun hayatını karartmış olmalarından bağımsız olarak da, erkeklerin egemenliğini savunan, yeniden üreten bir film. bunu görmeden hayatınıza devam edebilirsiniz, bunu görmeden sinema sanatının tadını çıkartabilirsiniz. ama muhalif olmak adına, bu adamların yaptıklarını savunursanız, gözardı ederseniz, kabilenize sahip çıkmak için davanıza ihanet etmiş olursunuz.

neruda’nın, bir diplomatik görev için kaldığı otelde tecavüz ettiği hizmetçi kız, işini kaybetmemek, belki adını lekelememek için onu ihbar etmeyi aklından geçirmemiş olan o emekçi, büyük ihtimal dünyamızdan göçmüştür. ama hayattaysa, o adamın adını bir havalimanında görünce ne hisseder, bugüne kadar ne hissetmiştir? bunu düşünmek sanmıyorum ki sadece sanatın işi olsun.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi