Fırat’ın doğusuna tehdit, ya Kıbrıs’ın kuzeyi?

KKTC’nin kuruluşunu bir halkın kendi yazgısını belirleme olarak kutsayan Türkiye partileri Rojava’daki PYD/YPG’ye hangi hakla düşmanlık ediyor?

Tam Koray Düzgören’in Artıgerçek’teki "HDP’yi dışlayarak Ahmet Türk’le görüşmek" başlıklı yazısını okuyordum ki ekranlara Dersim soykırımı sırasında Seyit Rıza ve arkadaşlarının 1937’de idam edilmelerinin yıldönümü üzerine anma mesajları düşmeye başladı. Ardından Türkiye’den başka hiçbir devletin tanımadığı KKTC’nin kuruluş yıldönümü haberleri…

Yeni seçim yaklaştıkça Kılıçdaroğlu’nun aday tespit ve ittifak kurma manevraları ve zikzakları iyice yoğunlaşmakta... Daha üç gün önce Hürriyet’e HDP ile yerel seçim ittifakı için görüştükleri söylentileri konusunda "Milletvekilleri parlamentoda birbirini görüyor, konuşuyor ama siyaseten görüşmüyoruz" diyor.

HDP yöneticilerini muhatap almıyor ama Ahmet Türk’le gizli kapaklı görüşüyor. Orada da kalmıyor. HDP ile siyaseten görüşmekten kaçan Kılıçdaroğlu başarısız Millet İttifakı’ndaki gözağrısı Akşener’le hassaten buluşup CHP-İYİP işbirliğine yeşil ışık yakıyor.

Koray’ın haklı olarak dediği gibi "Erdoğan’ın gazabından korktuğu için HDP ile resmen görüşmekten kaçınan Kılıçdaroğlu’nun kaçamak görüşmesi, işbirliği adına bir anlam ifade etmez. Hele sağcı, milliyetçi adaylar için, iddia edildiği gibi Kürtlerin oyunu istemişse bu tavır skandaldan da öte, ‘siyaseten’ bir intihar sayılabilir. Kürt seçmenini aşağılamak, onun değerlerini, iradesini yok saymak anlamı taşır. Kılıçdaroğlu bu yaklaşımıyla yeni bir seçim hezimetiyle karşılaşmaya hazırlanmalıdır."

Ya Dersim? 30’lu yıllarda Dersim soykırımının medyaya nasıl yansıdığını, o yıl henüz bir yaşında olduğum için, bilmem mümkün değil... Olayı tüm gerçekliğiyle ancak 60’lı yıllarda TİP’in örgütlenmesi için birlikte mücadele verdiğimiz Kürt yoldaşların anlatımlarından öğrenebildim.

Türkiye halklarının özgürlük mücadelesiyle dayanışmada en önemli referanslardan biri olan bu soykırımı uluslararası kamuoyuna gerektiği gibi tanıtmak için, değerli dostlarımız Haydar Işık ve Erdal Er’in girişimleriyle 13 Kasım 2008’de Avrupa Parlamentosu’nda bir konferans düzenlenmişti. Bu konferans sırasında Kürt, Asuri ve Ermeni dostlarımızla birlikte bildiriler yayınlayarak Türk Devleti’nin bu suçtan dolayı özür dilemesini istemiştik.

CHP milletvekili Kılıçdaroğlu ise aynı yıl Kanal D’deki bir programda devletin Dersim kırımı konusunda özür dilemesi talebine şöyle karşı çıkıyordu: "1938’de bir acı olay yaşanmıştır. Ama bu acı olayın tarihteki yeri ve konumunu çok iyi değerlendirmek lazımdır. O coğrafyada isyan olmasın diye özel bir yasa çıkarılmıştır. Dersimliler vergi ödemesin diye. Yine okullaşma oranı başlatılmıştır. Ama sonuçta o coğrafyada bir isyan çıkmıştır ve isyan bastırılmıştır. Dolayısıyla özür dilemek ya da özür dilememek gibi değil. O günün koşullarında olan bir olaydır. Dolayısıyla bu olayı öyle Cumhuriyet tarihinin çok karanlık ve derin bir olayı olarak da algılamamak gerektiğini düşünüyorum."

O gün bunları söyleyebilen ve Dersim’lilerden büyük tepki gören Kılıçdaroğlu’nun bugün CHP lideri olarak siyaset sahnesinde Yenikapı Ruhu'na uygun zikzaklarına niçin şaşıyoruz!

Barış güvercininden Kıbrıs’ta şahin operasyonu

Dersim kırımı günlerine ilişkin tanıklığım yok ama, 1974 yazında "barış güvercini" Ecevit’in Kıbrıs’ın kuzeyini Türk Ordusu’na işgal ettirmesiyle başlayıp dokuz yıl sonra KKTC’nin kuruluşuna varan sürecin tanığıyım.

12 Mart darbesinden sonra kurucuları arasında yer aldığım Demokratik Direniş hareketi Yunanistan’da albayların faşist cuntasına karşı sürgünde mücadele veren Yunanlı devrimci ve demokratlarıyla sürekli dayanışma ve güçbirliği içindeydi.

Yunan albaylarının desteğiyle Kıbrıs’ta EOKA’cı Nikos Sampson’un yaptığı darbeye karşı Türkiye’nin 20 Temmuz 1974’teki ilk askerî müdahalesi sadece bu faşistin değil aynı zamanda Yunanistan’daki albaylar cuntasının da alaşağı olmasına yol açtığı için dünya kamuoyunda olumlu karşılanmıştı. Ancak üzerinden bir ay geçmeden 14 Ağustos’ta Türk Ordusu’nun Kıbrıs’ın tüm kuzeyini işgal ederek Türk Devleti’nin sömürgesi haline getirmesi aynı kamuoyunun büyük tepkisine yol açacaktı.

15 Kasım 1983’te Türk Ordusu’nun işgali altındaki bu sömürgede Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kurulması o denli büyük tepki yaratmıştı ki, bu yeni kukla devleti TC dışında hiçbir devlet tanımayacaktı.

Hele hele yıllarca İngiliz gizli servislerinin hizmetinde çalıştıktan sonra Fazıl Küçük’le birlikte Türk gizli servislerinin adadaki vurucu çetelerini organize etmiş olan Rauf Denktaş’ın bu devletin cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturtulması katmerli bir skandaldı.

Denktaş çetelerinin adada devrimci Türkleri, örneğin sendikacı Derviş Ali Kavazoğlu’nu, iki yürekli gazeteci Ahmet Mustafa Gürkan ile Ayhan Mustafa Hikmet’i nasıl alçakça katlettiğini 9 Eylül 1969 tarihli Ant Dergisi’nde belgelerle açıklamıştık. Bu yayın üzerine katil ikili Ant Dergisi’nin Kıbrıs adasına girmesini yasaklamıştı.

Türk Ordusu’nun kontrolü altındaki bu düzmece devlet sadece ordu hiyerarşisinin değil, 1974 askerî operasyonlarını yaptıran Ecevit’ten başlayarak tüm gelmiş geçmiş iktidar sahiplerinin el bebek gül bebek gözdesidir.

Onlara göre KKTC’nin kuruluşu bir halkın kendi yazgısını belirleme hakkını kullanma iradesinin ürünüdür.

Kıbrıs konusunda "kendi yazgısını belirleme" hakkına böylesine saygılı kesilen Türkiye’nin Türk partileri, Kıbrıs’ın doğusundaki Suriye’de İslamcı faşistlere karşı yiğitçe mücadele veren, ülkenin büyük kesimini IŞİD işgalinden kurtaran Kürt halkının kendi yazgısını belirleme hakkını kullanarak kurduğu PYD’ye, onun askerî gücü olan YPG’ye ne hakla karşı çıkabilmektedir?

Kürdistan coğrafyasının dört kesimindeki tüm siyasal örgütlenmelere ve yapılanmalara düşmanlık etmek Erdoğan, Bahçeli, Akşener gibi Türk-İslam sentezi ürünü politikacıların fıtratında vardır. Ya HDP’nin de üye olduğu Sosyalist Enternasyonal’de yer alan CHP’nin başındaki Kılıçdaroğlu’na ne oluyor?

Almanya, Fransa, Rusya ve Türkiye devlet ve hükümet başkanlarının son 4’lü zirvede yayınladıkları bildiriye çok öfkelenmiş, Yeniçağ Gazetesi’ne verdiği demeçte kükrüyor: "Bildiride terör örgütleri tek tek sayıldı. Ama Türkiye'nin terör örgütü olarak tanımladığı YPG o bildirgede yoktu. Niçin yoktu?" ABD’yi de aynı nedenle eleştiriyor: "PKK'lı 3 teröristin başına ödül konulması kararı doğru olmakla birlikte kendilerinden PYD-YPG'yi meşrulaştırıcı açıklamaların gelmesi, ABD'nin Suriye'nin kuzeyinde PYD-YPG ile ortak hareket etmesi Türkiye-ABD arasındaki müttefiklik hukukuna aykırı."

CHP’nin Kürt siyasal oluşumlarına katmerli düşmanlığı

Pek de şaşırtıcı değil... CHP ya da 12 Eylül darbesi sonrasında onun yerini tutan SHP ve DSP gibi partilerin Kürt siyasal oluşumlarına karşı tutumu hep böyle olageldi. CHP’nin tek başına iktidar olduğu dönemlerdeki Kürt kıyımları ve tutuklamaları bir yana, 27 Mayıs darbesinden sonra kurduğu ya da yeraldığı koalisyon hükümetleri döneminde Kürtlere uygulanan baskıların yaşayan tanıklarıyız.

Bunun bir istisnası 12 Eylül darbesinden sonraki geçiş döneminde CHP’lilerin bir bölümü tarafından kurulan Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP)’nin 1987 ve 1991 genel seçimlerinde Kürtleri de aday göstererek Meclis’e girmelerini sağlaması olmuştu.

Ama oy hesaplarının dayattığı bu birliktelikte de sorunlar ve uyuşmazlıklar yaşanacaktı. 14-15 Ekim 1989'da Paris'te Kürt Enstitüsü ile başkanlığını Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterrand'ın eşi Danielle Mitterrand'ın yaptığı Özgürlükler Vakfı'nca düzenlenen "Kürtler, İnsan Hakları ve Kültürel Kimlik" konulu konferansa 7 SHP'li milletvekilinin katılmasına genel başkan Erdal İnönü "Türkiye'yi paramparça eden kararlara itiraz etmeyen bu arkadaşlar SHP'liyse, biz partili değiliz. Biz bu partiliysek o zaman bunlar partili değil. Bunlarla birlikte aynı partide olamayız. Ya onlar olur, ya biz oluruz." diyerek tepki gösterecek ve Kenan Sönmez, İsmail Hakkı Önal, Ahmet Türk, Mehmet Ali Eren, Adnan Ekmen, Mahmut Alınak, Salih Sümer 16 Kasım’da partiden ihraç edilecekti.

SHP'den ihraç edilen milletvekilleri 7 Haziran 1990'da Halkın Emek Partisi'ni (HEP) kuracak ve 1991 genel seçimlerinde yine SHP listesinden milletvekili seçileceklerdi. Ancak seçimden sonra yeni milletvekili yemin töreninde Leyla Zana'nın Kürtçe yemin etmesi üzerine yine Erdal İnönü'nün baskıları sonucu 18 HEP kökenli milletvekili SHP'den istifa edecekti. Ardından da Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından "Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozma amacını taşımak" ve "yasaya aykırı siyasi faaliyetlerin mihrakı olmak" iddiasıyla HEP'in kapatılması istenecekti. Bunun üzerine HEP üyesi milletvekilleri Demokrasi Partisi (DEP) saflarına katılacaklardı.

Ancak Kürt seçilmişlerine karşı baskı kampanyası bununla da bitmeyecek, 3 Mart 1994’te Millet Meclisi tarafından skandallar dolu bir oturumda Diyarbakır Milletvekili Hatip Dicle, Şırnak Milletvekili Orhan Doğan, Muş Milletvekili Sırrı Sakık, Diyarbakır Milletvekili Leyla Zana, Mardin Milletvekili Ahmet Türk ve Şırnak Bağımsız Milletvekili Mahmut Almak'ın dokunulmazlıklarının kaldırılması, Meclis’ten polis zoruyla çıkartılıp tutuklandıktan sonra 10 yıl hapse mahkûm edilmeleriyle zirveye ulaşacaktı.

Bu tarihî dokunulmazlık kaldırma oylamasında Meclis’te temsil edilen üç "sosyal demokrat" partiden DSP’nin 7 üyesinin tamamı, CHP’den de 3 milletvekili "kabul" oyu verecek, koalisyon hükümetinde ortak olan SHP’nin genel başkanı Murat Karayalçın ve milletvekillerinin çoğu oylamaya katılmayacaktı. Tıpkı, 1972’de Deniz’lerin idamının oylamasında CHP milletvekillerinin bir bölümünün sırf red oyu vermemek için oturuma katılmamış olmaları gibi...

Kıbrıs fatihi Ecevit’in Meclis çatısı altındaki Kürt düşmanlığı

Ortanın Solu’nun efsanevi lideri ve o dönem DSP’nin genel başkanı olan Bülent Ecevit, 12 Mart darbesinden önce Türkiye İşçi Partisi’ne karşı nasıl hep hasmane bir tavır içinde olduysa, 90’lı yıllarda Kürt siyasal örgütlenmelerine karşı da aynı husumeti her fırsatta dile getirmekte tereddüt etmemişti.

3 Mart 1994’te Demokrasi Partisi (DEP) Kürt milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması Meclis’te görüşülürken yaptığı konuşma sadece bu husumetin ifadesi olmakla kalmıyor, sosyal demokratlar arasında Kürt sorununa demokratik çözüm arayışı içinde olanları da jurnalleyici bir nitelik taşıyordu...

Konuşmayı TBMM resmi tutanaklarından aynen alıyorum:

"Değerli üyeler, benim ve Başkanı olduğum Demokratik Sol Parti'nin, ulusal birlik ve ülke bütünlüğü konusundaki duyarlılığımız bellidir. Milletvekillerinin dokunulmazlık kurumundan, ulusal birliğimizi ve ülke bütünlüğümüzü tehlikeye düşürücü söz ve eylemler için bir kalkan gibi yararlanmalarına izin verilmesini de asla içime sindiremem."

"Demokrasi Partili bazı milletvekillerinin basın-yayın organlarından dikkatle izlediğim konuşmalarını da, ulusal birlik ve ülke bütünlüğü açısından çok sakıncalı buluyorum." (ANAP ve DYP sıralarından alkışlar)

"İzmir Milletvekili ve Sosyal Demokrat Halkçı Parti eski Genel Başkanı Sayın Erdal Inönü Karma Komisyon raporlarına yazdığı karşı oy yazısında, bu tür konuşmaları düşünce özgürlüğü açısından mazur görmek gerektiğini savunuyor ve ‘Düşünce suçu diye bir şey demokrasllerde olmamalı’ diyor. Bence bu, inandırıcı bir gerekçe değildir. Çünkü, dokunulmazlık zırhına bürünerek yapılan konuşmalardan bazıları eğer bölücü eylemlere, hele terör eylemlerine cüret verir nitelikteyse, böyle konuşmalar düşünce suçu kavramını aşan ve eylemle bütünleşen bir nitelik edinmiş olur."

"Ama, Sayın Erdal İnönü'nün karşı oy yazısında neden böyle bir gerekçe ardına sığındığını çok iyi anlıyorum. Çünkü, kendi genel başkanlığı döneminde Sosyal Demokrat Halkçı Parti, o zamanki adıyla Halkın Emek Partisi milletvekillerini, kendi sırtında Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne taşırken bu milletvekillerinden bir çoğunun... (ANAP ve DYP sıralarından ‘Bravo’ sesleri, alkışlar)... dokunulmazlık kurumunu kötüye kullanarak bölücü eylemleri destekleyip teşvik edecekleri belliydi. Bunu önceden kestirmek için kâhin olmak gerekmezdi. Nitekim, ben daha o tarihlerde, 1991 seçimleri öncesinde, bu kaygımı dile getirmiştim defalarca. Bu durumda, bazı milletvekillerince işlendiği öne sürülen bölücülük suçundan, Sosyal Demokrat Halkçı Parti de siyasal anlamda sorumludur. Bölücü eğilim ifade eden ve bölücü eylemleri, terörü-teşvik edici, destekleyici etkiler yapar nitelikte olan konuşmalar nedeniyle dokunulmazlıkların kaldırılması lehinde oy vereceğimi şimdiden belirtmek isterim." (DYP ANAP, MHP ve RP sıralarından alkışlar)

Dokunulmazlık deyince eski HDP eşbaşkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ başta olmak üzere halen Tayyip’in zindanlarında çile çeken HDP milletvekillerini ve de seçilmiş belediye başkanlarını düşünmemek mümkün mü?

Bittabi mümkün değil... Unutulması mümkün olmayan bir şey daha var... Tıpkı 1994’de ağababaları Ecevit’in DEP milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılmasına destek vermiş olması gibi, onyıllarca sonra Tayyip diktası tarafından HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına destek verenler...

Ve de en başta Yenikapı Ruhu’nun sadık bendesi Kemal Kılıçdaroğlu.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi