Baskıcı rejimler ve kurumların çöküşü

Baskıcı rejimler toplumlara inanılmaz zararlar veriyorlar ama en büyük zarar hiç kuşkusuz kurumlara geliyor.

Eser KARAKAŞ / EKONOMİ POLİTİK


Baskıcı rejimler ifadesi yerine diktatörlükler, faşist yönetimler de diyebilirdim ama tarihsel anlamda "faşizm neye denir?", "kime diktatör denir?" gibi tartışmalardan sarf-ı nazar etmek için baskıcı rejim ifadesini tercih ediyorum.

Baskıcı rejimler toplumlara inanılmaz zararlar veriyorlar ama en büyük zarar hiç kuşkusuz kurumlara geliyor.

Kurumlar arasında da en kötü etkilenenler tabiatları gereği özgürlük ortamında yaşaması gereken kurumlar, mesela üniversiteler.

Aşağıda anlatacağım hikaye ve kuracağım paralellik gerçekten çok korkunç.

Seçimlerden hemen önce, 18 Haziran gecesi, HaberTürk ekranlarında başkanlık sistemine yönelik bir tartışma vardı.

Galiba dört katılımcı vardı, bu katılımcıların biri bir üniversitenin rektörü, biri ülkemizin en eski ikinci fakültesinin dekanı; bu ikili başkanlık sistemini savunuyorlar, diğer iki kişi de karşı argümanlar getiriyorlar.

Manzara ilk bakışta normal gibi duruyor.

Ancak, siz okurlardan çok küçük ve basit bir düşünce egzersizi istiyorum; bugün itibariyle Türkiye’de başkanlık sistemi-parlamenter sistem tartışmasında parlamenter sistemden yana tavır koyabilecek bir üniversite rektörü acaba mevcut mudur?

Hadi bir tane buldunuz diyelim, acaba ekranlara çıkıp bu görüşünü, başkanlık sistemine muhalefetini dile getirebilir mi, getirir mi?

Türkiye’de yaklaşık iki yüz üniversite var, yani iki yüz rektör var, bir tanesi bile "ben parlamenter sistemin geri gelmesini istiyorum" demeye cesaret edemez.

Baskıcı rejimin Türkiye üniversitelerini getirdiği yer tam da burasıdır işte.

Oysa, başkanlık sistemi ya da parlamenter sistem, sistemik özellikler açısından eşmeşru sistemlerdir, bir akademisyen, bir rektör bunlardan birini savunabilmelidir, iki yüz rektör istatistiki anlamda büyük sayıdır (law of large numbers), yaklaşık yüzü bir tarafta, diğer yüzü öbür taraftadır normal, adam gibi bir ülkede.

Bize özgü faşizmin bizim üniversiteyi getirdiği yerdir bu saçma durum.

Ama, bu meseleyi Erdoğan’a, AKP’ye de bağlamak haksızlık olabilir.

2007 senesinde, Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) o ünlü 367 kararını verdiği günlerden hemen önce, belki bir-iki gün önce, Üniversitelerarası Kurul OYBİRLİĞİ ile 367 meselesinin doğru bir AYM kararı olacağı yönünde açıklama yaptı.

O dönem yaklaşık yüz üniversite mevcut idi, Üniversitelerarası Kurul’da da her üniversitenin rektörü ile (yani yüz rektör) ve her üniversitenin senatosunun seçtiği bir profesör (yani rektörlerden başka yüz profesör daha, eder size tesadüfen yine iki yüz profesör) vardı Üniversitelerarası Kurul kompozisyonunda.

Ve, evet, sıkı durun, iki yüz profesör, çoğu hukukçu değil doğal olarak, 367 gibi teknik bir konuda oybirliği ile karar verebildiler.

Bugün de, Erdoğan böyle bir şeye gerek duysa, aynı kurumdan, değişik rektör ve profesörlerle ama, başkanlık sisteminin parlamenter sistemden daha iyi bir sistem olduğuna yine oybirliği ile karar çıkartır, buna ismim gibi eminim.

Konu, 2007’de 367 tartışması, 2018’de başkanlık-parlamenter sistem tartışması olabilir ama değişmeyen üniversitenin içler acısı, kişiliksiz durumudur.

Dün bu kişiliksizliği sözde modernler, bugün de sözde muhafazakarlar sergiliyorlar, işin en özü ise hiç değişmiyor.

Baskıcı rejim baskıcı rejimdir, o gün 367’yi, bugün de başkanlık sistemini rektörlere oybirliği ile dayatabilmektedir.

İçler acısı durum ortadadır, 2x2=4 konusunda bile uzlaşamayabilecek iki yüz profesör çok teknik konularda egemenin sözünün dışına çıkamamaktadırlar.

Baskıcı rejimlerin Türkiye üniversitelerini getirdiği noktalar bunlardır, 2007 faciası aynen bugün de geçerlidir.

Her meselenin iyi tarafını da görmek lazım; baskıcı rejim iki yüz rektöre bir yönetim sisteminin daha iyi olduğunu dayatabiliyor ama o yönetime karşı sandıktan yaklaşık yüzde ellilik bir muhalefet de çıkabiliyor, buna da şükredelim, ortalama seçmenin sağduyusu, siyasi ahlakı rektörlerin çok önünde anlaşılan.

İstanbul Üniversitesinin botanik bahçesinin İstanbul Müftülüğüne devri konusu da aynı cehaletin ve yaklaşımın bir ürünü.

Bizim muhafazakarlar gerçekten sözde muhafazakar sadece çünkü rektörlerin törenlerde giydikleri beyaz cübbenin yanlış olduğunu, bu renkte bir cübbenin sadece İstanbul Üniversitesi rektörüne ait olacağını çünkü bu üniversitenin rektörlüğünün aslında şeyhülislamlık müessesesinin bir tarihsel, kurumsal devamı olduğunu dahi bilmiyorlar.

Bizim sözde, uyduruk muhafazakar gerçek bir tarih ve müessese muhafazakarı olsa bu botanik bahçesinin İstanbul Üniversitesinde kalmasını ısrarla savunur, müftülüğe devrinin bir tenzil-i rütbe olacağını bilir.

Ama nerede o muhafazakarlar.

...

Cumartesi, Pazar günleri üniversite sınavlarına giren, bu sınavların stresini yaşayan gençlere bir tavsiyem var; kötü bir sonuç alırsanız asla çok üzülmeyin, iyi bir sonuç alırsanız da yine asla çok sevinmeyin çünkü giremediğiniz ya da gireceğiniz üniversiteleri işte bu zavallı zihniyet yönetiyor, buralarda okusanız ya da okumasanız durum, bürokratik kazanımlar haricinde, formasyon açısından değişmeyecek.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi