Enver Topaloğlu

Enver Topaloğlu

Şiirin aynasından İstanbul

Gündemimizde Ahmet Bozkurt’un hazırladığı “Şiirlerde İstanbul” adıyla yayımlanan antoloji var. Şair ve şiir seçimi yaparken yelpazeyi hayli geniş tutan Bozkurt, okurunu hem İstanbul temalı şiirler arasında hem de tarihte şiir turuna çıkarıyor.

Ünlü denemeci Montaigne, “Beni Fransız yapan Paris’tir” demiş. Ahmet Hamdi Tanpınar’a göreyse “İstanbulsuz Türk’ü anlamak olanaksızdır”. Başka neler söylenebilir kentlerle şairler, yazarlar arasındaki etkileşim konusunda. Yahya Kemal, İstanbul şairidir diyebiliriz. Çünkü şair için İstanbul bir imparatorluk payitahtı olmaktan öte, Osmanlı’nın bizzat kendisidir. Şairin düş dünyasında oluşan Osmanlı imgesinin bir bakıma nesnel karşılığıdır İstanbul.

Tevfik Fikret de İstanbul şairidir. Fikret içinse İstanbul, Osmanlı’nın, hayatın üstüne çöken, enkazıdır. Yazıya kentlerin yazarlardaki, şairlerdeki anlamına değinerek; Yahya Kemal’den, Osmanlı’dan, Tevfik Fikret’ten, İstanbul’dan söz ederek başlamamızın elbette bir nedeni var. Sözü uzatmadan söyleyelim. Gündemimizde Ahmet Bozkurt’un hazırladığı ve İstanbul Büyükşehir Yayınları’ndan “Şiirlerde İstanbul” adıyla yayımlanan antoloji var.

BİZANS’TAN CUMHURİYETE ŞİİRLERDE İSTANBUL

Bozkurt, Bizans’tan cumhuriyet dönemine, günümüze uzanan kapsamlı bir antoloji hazırlamış.

“Şiirlerde İstanbul”un ilk baskısı Şubat 2021’de yapılmış, ikinci baskısı ise Ağustos 2022’de. Yazıda, bu şiir ve tarih değeri yüksek emek ve sabır işi çalışmaya değinmeyi amaçlıyoruz...

Bir hayli kapsamlı hazırlanmış antolojiyle ilgili ilk söyleyeceğimiz, yalnızca şairlerin değil, şiir okurlarının da değil, okur olan herkesin elinin altında bulunması gereken bir yapıt olması.

Modern Türkçe şiirin belleğinde benzer çalışmalar yok değil. Daha önce de İstanbul şiirlerini içeren antolojiler, seçkiler, derlemeler hazırlanıp yayımlanmış. Ancak Bozkurt’un hazırladığı oylumda bir başka kaynak yok dersek yanlış olmaz.

Antolojiler tartışmalı yapıtlardır. Bir seçmeye, elemeye dayanır ve de genellikle hazırlayanın kişisel beğeni ve değer ölçütlerini yansıtır. Öyle olmasında da bir tuhaflık yoktur aslında. Bu tür çalışmalar belki bir kurul tarafından hazırlandığında “kişisellik”ten uzak tutulabilir. Subjektivizmi tamamıyla olmasa bile kabul edilebilir ölçüde kalabilir.

Ahmet Bozkurt, çalışması için şair ve şiir seçimi yaparken yelpazeyi hayli geniş tutmuş. Bu onun “kişisellik” çıtasını da düşürmesini sağlamış. Bunun bir katkısı da şu olmuş: Okurunu hem İstanbul temalı şiirler arasında hem de tarihte şiir turuna çıkarıyor.

“Şiirlerde İstanbul”a yalnızca antoloji değil, tarihsel bir kaynak olarak da bakılabilir. Hem şiirin, içerdiği imgelerle, seslerle sözlerle şairin iç dünyasını olduğu gibi içinde yaşadığı dünyayı da yansıtıyor olması nedeniyle.

Şiirin bir aynası vardır ve şair onu nereye tutarsa tutsun içinde bulunduğu mekânı, toplumu, zamanı da yansıtır. Hem de şiir ister örtük, ister açık biçimde olsun, aynı zamanda bir tanıklık kaydıdır. Başka türlü bir tarih anlatısıdır. Başka türlü bir tarih anlatısı olduğu için ve tam da o “başkalığından” dolayı önemini korur. Şöyle ya da böyle, şiirin hatıra ve hafıza sandığı olmak gibi de bir özelliği vardır.

Bozkurt’un kitabın başında yer alan önsözden sonraki “Şiir ve İstanbul” başlıklı sunuş yazısı da dikkate değer. Ama kitabın sonundaki kaynakça da bir o kadar önemli.

Bozkurt’un sunuş yazısında önemli bilgiler veriliyor. İstanbul’un şiirsel tarihine ilişkin kapsamlı bir özet sunuluyor. Örneğin daha önce bilmiyor olanlar İstanbul’un kayıtlara geçmiş ilk şairinin kim olduğunu da öğreniyor. Ahmet Bozkurt’un Divan şiiriyle ilgili saptamaları ve hatırlatmaları gibi Osmanlı döneminde yazılmış, söylenmiş halk şiirine İstanbul’un yansımasına ilişkin saptamaları, değerlendirmeleri ve hatırlatmaları da önemli. Bozkurt, “Halk şiiri aslında İstanbul’a tutulmuş bir aynadır. Yalılardan görülüp resmedilen bir Boğaz, Çamlıca betimlemesi aramak boşuna olacaktır. Saray-halk ayrışmasının dışında mamur ve müreffeh bir beldenin mesut insanlarından ziyade toplumun tüm kesimlerini hesapsız biçimde görürüz halk şiirinde” diyor ve isyanla kaynayan sokaklardaki “sefaletin ve sefahatin” de ancak halk şiirinde görülebileceğine dikkat çekiyor.

DİVAN ŞİİRİNE İLİŞKİN TEREDDÜT

Ahmet Bozkurt’un sunuş yazısı, bir imparatorluk manzumesi, bir saray anlatısı olarak yüzlerce yıl süren dilsel deneyim ve onun sonucu oluşmuş birikime ilişkin düşüncemizi kısaca da olsa ifade etme gereksinimi oluşturdu.

Şiirin zaman içinde oluşmuş, kabul edilmiş birtakım ilke ve özellikleri vardır. Evrensel ve tarihsel diyebileceğimiz ilke ve özellikler Divan şiirinde de yer bulmuş mudur diye sorsak? Neden bulmasın, Divan şiiri şiir değil mi? Şiirse elbette söz konusu ilkeler ve özellikler Divan şiirinde de yer almıştır karşılığı verilebilir. Öyle midir gerçekten? Yoksa bir yanılsama mı söz konusu? Dahası, neden Divan şiiriyle ilgili şiirin evrensel ve tarihsel ilke ve özelliklerini taşıyıp taşımadığı konusunda bir tereddüt oluşmakta? Çünkü örneğin, Divan şiirinde dil de, söz de şiirin doğasına aykırı biçimde tekniğin ve kalıbın baskısı altında kalmıştır. Yani klişeleşmiştir. Bilinir ki klişe şiiri öldürür. Divan şiirinde sesin de, sözün de, dilin de tekrarlardan kurtulmasından, klişeleri kırmasından söz edilemeyeceği için özgürlük de, özgürce bakış da, akış da, işleyiş de yoktur. Divan şiirinin şiir olup olmadığı sorusunu ve tereddüdünü yaratan aslında bu ve bunun gibi sorunlarıdır. Şiir özgürlük ister çünkü. Ayrıca sınırlı kalmış, kısmen sağlanmış özgürlük, özgürlük değildir.

Şiirin sesi şairden gelir, ama şairin sesi toplumun sesinden uzak ve soyutlanmış da değildir. Şu da var: Divan şiirinde İstanbul saraydır, saray da İstanbul. O nedenle sesinin de, sözünün de yansıttığı saray ve saraydaki yaşayıştır. Tabii şunu da eklemek gerekir: Sarayda yazılan sarayda okunur. Divan şiirinin bir dilin, saraya ait bir dilin, Osmanlıcanın kurulmasında ve sürdürülmesinde oynadığı rol bakımından da önemli olduğunu söyleyebiliriz.

İmparatorluğun dil ve söz ürünü bu şiir güzellemeler, övgüler, yüceltmeler odağında kurulmuştur. O eksende de bozulmuştur. Bir tür aslında ışığın etrafında dönen pervane gibidir Divan şiiri. Işık saray, pervane de Divan şairidir diyebiliriz. Döngünün dışına çıkanla ilgili hükümse bellidir. Döngünün dışı yasanın dışıdır. Yasayı ihlal eden şairin başına neler geldiğini tarihi kaynaklarda bulmak mümkün. İsyankâr şairin ya derisi soyulur, ya boynu vurulur ya da asılır. Nesimi, Kadı Burhanettin, Nef’i gibi…

Örneğin ününü Padişah IV. Murat devrinde kazanmış Nef’i bir hiciv ustasıdır. Nef’i’nin başına gelenleri kısaca hatırlatalım. Hicivlerinden birinde Vezir Bayram Paşa’yı konu alır. Şairin, vezir paşayı hicvi hızla yayılır. Bunun üzerine Vezir Bayram Paşa, itibarının zedelendiğini padişaha ileterek şairin katli için izin ister. Padişah da şairin katli için vezirine istediği izni verir. Nef’î, 1635 yılında, 26 Ocak 1635’te sarayın odunluğunda boğularak öldürülür. Nef’i’nin meşhur dörtlüğünü aktaralım:

“Bana Tahir Efendi kelp demiş

İltifatı bu sözle zahirdir

Mâliki mezhebim benim zira

İtikatımca kelp tahirdir”

Şiirin açıklamasını bilenler biliyordur. Bilmeyenler için kısaca özetleyelim: Tahir Efendi bana (kelp) köpek demiş. Bu bana iltifattır. Çünkü ben Maliki mezhebindenim ve buna göre köpek temizdir, ayıpsızdır, masumdur. Şair asıl söyleyeceğini son dizede söyler; “Kelp tahirdir” ifadesinde kendisine yöneltilen hakarete karşılığını verir. Tahir Efendiye senin anladığın anlamda köpek sensin der.

Saray bir fanustur, ama camdan da olsa bir fanus… Divan şiiri de, şairi de bir fanusun içindedir. Belki o nedenle de Divan şiiridir. Sarayın aynı zamanda padişah olduğunu söylemeye gerek yok herhalde.

İSTANBUL’UN İLK ŞAİRİ BİR KADIN

“Şiirlerde İstanbul” antolojisi beş bölümden oluşuyor. Bölüm başlıklarıysa şöyle: “Antik Bizans Şiirinde İstanbul”, “Osmanlı Şiirinde İstanbul”, “Halk Şiirinde İstanbul”, “Çağdaş Türk Şiirinde İstanbul”.

Birinci bölüm, İstanbul’un adı bilinen ilk şairinden iki şiirle başlıyor. İstanbul’un adı bilinen ilk şairi kim? Byzantionlu Moiro. Şair Moiro bir kadındır. Bunu yazarken seksenli yılların sonu ve doksanların başındaki bir dönemde gündeme gelen “kadın şair olmaz” iddiasını acı bir gülümsemeyle hatırlıyoruz. Ne yazık ki Ece Ayhan da o tartışmanın içinde olmuştu.

Moiro’nun adı Gadaralı Meleagros’un Milattan Önce birinci yüzyılda hazırladığı “Yunan Anthologyası”nda iki büyük kadın şair olan Anyte ve Sappho ile birlikte geçmektedir.

Antolojide Morio’dan iki şiir bulunuyor. Şairin, Samih Rifat tarafından Türkçeye çevrilen “Tapınağa Sunulan Üzüm Salkımı” başlıklı şiirini okuyalım:

Dionysos’un şerbetiyle dopdolu,

asılıp kalmışsın ey salkım

altın kapısına Aphrodite tapınağının kapısına

saramaz artık seni zarif dallarıyla

anacağın asma, yayamaz başının üstüne

o güzel kokulu yapraklarını.

İSTANBUL’UN FATİHİ ŞİİRİN AVNİSİ

Divan şairleri arasında padişahların da olduğu bilinir. Onlardan biri de II. Mehmet’tir. Antolojinin ikinci bölümü, Avnî mahlasıyla şiirler yazan; İstanbul’un Osmanlı’nın başkenti olmasını ve burada saraylar yaptırıp yerleşmesini sağlayan Sultan II. Mehmet’in şiirleriyle başlıyor. Osmanlıca gazellerin altında Türkçesinin de yer aldığını belirtelim. Avnî’nin Osmanlıca gazellerinden iki beyiti Türkçesiyle birlikte aktarıyoruz:

Avniyâ, kılma gümân kim sana râm ola nigâr

Sen Sitanbul şahısın, ol galata’nın şâhıdır

Ey Avni! Sevgilinin sana ram olacağını sanma.

Sen İstanbul şahısın o Galata’nın şahıdır.

Divan şiirinde elbette İstanbul mevzusu Avnî’nin gazellerinden ibaret değil. Yüzyıllar içinde içerik de, biçim de, teknik de, söz de, dil de kalıplaşır. Ancak istiareye yattığı “saray uykusundan” Nedim’le, deyim yerindeyse, şöyle bir silkinir. Ama esas itibarıyla değişim yönündeki dikkate değer hamle, imparatorluğun son yüzyılından önceki yüzyılda Tanzimat’la birlikte gerçekleşir.

Bu dönemde başta Namık Kemal olmak üzere Osmanlıca şiirin siyasal bir misyon yüklendiği görülür. Kısaca söylersek, dili değişmese bile bu dönemde yazılan şiirde, artık Divan şiiri tanımı kullanılmayacak kadar önemli bir değişim söz konusudur. Bunun bir başka göstergesi de Tanzimat’tan sonra şiir yazan şairlere örneğin “Hürriyet Kasidesi”nin şairi Namık Kemal’e de, “Sis”in şairi Tevfik Fikret’e Divan şairi denilmemesidir. Tanzimat dönemi şairi, yazarı ifadesi kullanılmasıdır. Yani Divan şiiri on dokuzuncu yüzyılda büyük ölçüde final yapmıştır diyebiliriz.

FANUSUN DIŞINDAKİ İSTANBUL VE ŞİİRİ

Osmanlı’nın hüküm sürdüğü yüzyıllarda İstanbul’daki öteki İstanbul’a, sarayın, fanusun dışındaki İstanbul’a ayna tutan halk şiiri olmuştur. Halk şiirinde İstanbul’a dair, İstanbul’un yaşantısına dair her şey; yoksulluk da, yoksunluk da, halk da, padişahın biçare kulları da, tekkedeki maşuklar da, kahvehanelerdeki uşaklar da, hamamlardaki külhanlar da, mahallelerdeki kabadayılar da, yangınlar da, tulumbacılar da, itiraz da, isyan da vardır diyebiliriz. Kısaca söylersek İstanbul’un gerçekliğine de, halkın örf ve adetlerine, gelenek ve göreneklerine de şiirin aynasını tutan, bugüne yansımasını sağlayan halk şairleri ve şiirleri olmuştur. Âşık Veysel’in “İstanbul” adlı şiirinin son dörtlüğünü okuyalım:

Edipler şairler yetişmiş sende
Ehl-i aşklar yanmış tutuşmuş sende
Bir âciz kimseyim Veysel’im ben de
Seversen olayım yârin İstanbul

EN ÇOK İSTANBUL ŞİİRİ MODERN TÜRKÇE ŞİİRDE

Aslına bakılırsa Osmanlı’nın altı yüz yılda yazmadığı, hatta yazamadığı İstanbul şiiri, yüzyıllık cumhuriyet döneminde “kat kat fazlasıyla” yazılmıştır dersek abartmış olmayız. Bunda elbette şiir anlayışının değişmesi kadar şiir dilinin değişmesinin de büyük payı vardır. Ama galiba asıl önemlisi şiirin hızla modernleşmesinin yanı sıra ve hatta asıl aruz gibi, hece gibi vezin ve kafiye kelepçelerinden kurtulmuş, özgürleşmiş olmasıdır. Şiir köklü bir değişim geçirmiş, şair de değişmiştir; buna koşut olarak şiirin dünyaya, hayata bakışı yaklaşımı, üretildiği ortamla, mekânla, dille ilişkisi de değişmiştir. Aktaracağımız dizeler Nâzım Hikmet’in bir şehir rehberi başlıklı şiirinden:

Hayır,

Ben

Size

Dört başlı bir şehrin içinden

haber

vereceğim…

Bu şehrin

basılır hep aynı şekilde

coğrafya kitaplarında resmi.

Dört çeşit yazılır fakat

bu resmin altına ismi

Kentle şair ve şiir arasındaki etkileşim ekseninde modern Türkçe şiirdeki yönelimi işaret etmesi bakımından İlhan Berk’in “Galata”nın öndeyişi olarak kaydettiği düşünceler dikkate değerdir. Berk, “İstanbul’a gelince bu anlamda hangi kent bu denli büyüktür? Geçmiş de, şimdi de, gelecek de ondaki kadar yoğundur?

Hangi kent talanın, haracın, sevginin, sevgisizliğin, erdemin, zulmün, barışın, savaşın, devimin, durukluğun, umudun, kanın kentidir? Hangi kent sisi, aydınlığı birlikte yaşamıştır” diye sorar ve şöyle devam eder: “Tarih ondaki kadar başka hangi kentte diridir ve ağır basıyordur?

İnsanımızın derecesi, barometresidir. Atardamarıdır. Geçmiş onda talandır, haraçtır. Tepeden bakandır. Şimdi, yabancılaşma, ayrım, kandır. Bir dukalıktır:
Her şey onun buyruğunda, onun doğrultusunda yeşerir, biçimlenir, doğrulanır.
Sis yoğunluğunu onda kazanır, ondan dağılır. Kentlerimiz onunla hizaya gelir.
Direnç de, baskı da onda çöreklenir. Anamal, o dev ayaklı çamur, onda toplanır.
Altın onda kararır, ipek onda yozlaşır. Böylece, gelecek de, geleceğin pusulası
da ondan alır doğrultusunu. Düzenin kendisidir çünkü. Kısaca, İstanbul’u yazmak, geçmişi, şimdiyi, geleceği, böylece, biraz da olsa, tarihi yazmak demektir.” İlhan Berk’in “İstanbul” başlıklı şiirinin girişini okuyalım:

İşte kurşun kubbeler şehri İstanbul'dasın

Havada kaçan bulutların hışırtısı

Karaköy çarşısından geçen tramvayların camlarına yağmur yağıyor

Yenicami Süleymaniye arkalarını kirli bir göğe vermişler

Hiç kımıldamıyorlar

Ayasofya elleriyle yüzünü kapamış bütün iştahıyla ağlıyor

Ahmet Bozkurt, antolojide dönemleri beş ana başlık altında toplamış. Son iki dönem arasında İstanbul’un şiirde ne ölçüde yansıdığını karşılaştırmak isteyenler için şu bilgiyi ipucu olarak kaydedelim: Bozkurt, şiirler için toplam sekiz yüz yirmi sekiz sayfa ayırmış. Bu sayfaların sadece otuz sekiz sayfası “Osmanlı Şiirinde İstanbul” bölümü için ayrılmış. Çünkü bu dönemde, yani Osmanlı’nın şiirinde, divanında yazılan İstanbul şiiri bu kadardır… Ne kadar zorlanırsa zorlansın daha fazlası çıkmaz diyebiliriz.

Didem Madak’ın Attilâ İlhan’ın “İstanbul Ağrısı’na da göz kırpan “Ağrı” başlıklı şiirinden bir bölüm sunalım:

Senin için şiir yazacaktım İstanbul
İsmini ağrı koyacaktım.
Oysa bir şiir niyeydi sanki
Yer içer sevişir miydi sanki bir şiir
Hamsi ısmarlar mıydı mesela bir şiir insana?
Fotoğraf çektirebilir miydi mesela hipodromda atlarla?
Rakı içebilir miydi Samatya’da
Bir şiir uyur muydu kuş gibi
Başını alıp da kanatlarının altına?
Oysa bir şiir neydi sanki
Ben seni ciğerimin köşesindeki arıza kadar sevdim
Bir şiir seni bu kadar sever miydi sanıyorsun İstanbul?

Alıntılanacak şiir çok. Seçim yapmak da hayli zor. Ama daha fazla araya girmemek de önemli. Çekilelim okur, antolojinin sayfaları arasında özgürce dolaşsın…

Yineleyelim. “Şiirlerde İstanbul”, ayrım yapmadan söyleyelim; her okurun elinin altında olması gereken bir kaynak. Başta Ahmet Bozkurt olmak üzere çalışmanın hazırlanmasında ve yayınında emeği geçen herkes teşekkürü hak ediyor.


Enver Topaloğlu:: Türk dili ve edebiyatı öğrenimi gördü. Birçok sanat edebiyat dergisinde şiirleri yayımlandı. Altı şiir kitabı bulunuyor. Cumhuriyet gazetesinde 1993 – 2015 yılları arasında düzeltmen olarak çalıştı. Emekli oldu. Gazete Duvar’da yazarlığa başladı. Beş yıl süreyle cumartesi günleri modern Türkçe şiiri odak alan yazılar yazdı. 10 Eylül 2022 tarihinde Artı Gerçek’te başladığı köşe yazarlığını sürdürüyor. Topaloğlu 2017’den bu yana İzmir’de yaşıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Enver Topaloğlu Arşivi