Şöhretlerin sefaleti ve direnç anıtı Yılmaz Güney

Nobel ödüllü profesör Aziz Sancar, bir dizi kapıkulu ses ve sahne sanatçısı ve de Türk-İş Tayyip'e arz-ı ubudiyet ederken onun anısı direnenlere ışık tutuyordu

Geçen haftaki yazım üzerine, 60'lı ve 70'li yıllarda Türkiye İşçi Partisi saflarında sosyalizm ve Türkiye halklarının özgürlüğü için birlikte mücadele verdiğimiz sevgili Tarık Ziya Ekinci'den aşağıdaki mesajı aldım:

"'Bir Vapur Geçer Varna Önünden' başlıklı güzel yazınızı büyük bir zevkle ve yararlanarak okudum. Geçmişi ve bugünü, SSCB'nin başını çektiği Sosyalist sistemi ve liberal demokrasiyi birlikte değerlendirmeniz çok anlamlı... Ama, yakın gelecek için yol göstermekte yetersiz. Bugün acil olarak neler yamak gerekiyor? Bu konuda da okurlarınıza yardımcı olmanızı diliyorum."

60'lı yıllardan beri tüm yayınlarında ve yazılarında Kürt halkının direnişine ve son onyıllarda da HEP, DEP, HADEP, DTP ve en son HDP'ye her daim destek vermiş bir gazeteci olarak mesajı yanıtlamaya hazırlanıyordum ki, Ekinci'nin Artı Gerçek'te "Demokrasi savaşımcısı aydınlara açık mektup" yazısı yayımlandı.

Beni son derece duygulandıran "93 yaşındayım, 70 yıldır Türkiye siyasetinin içindeyim. Maddi dünyadaki varlığımın son günlerini yaşıyorum" diye başlayan sonuç bölümünde herkesin dikkatle okuması gereken şu çağrıyı yapıyordu:

"Geri kalan günlerimde, hatta yakın bir gelecekte Türkiye’de özgürlükçü, çoğulcu, erkler ayrılığına dayalı demokratik bir hukuk devletinin kurulacağını mümkün görmüyorum. Ama demokrasi yanlısı aydınların destekleyeceği bir HDP’nin Türkiye’nin önünü açacak etkin bir muhalefet ya da ana muhalefet partisi konumuna geleceğine inanıyorum. Bu inançla, Türkiye’de evrensel nitelikte bir demokrasi için savaşım veren ya da bunun kurulmasını arzu eden (yazar, gazeteci, akademisyen, sanatçı, siyasetçi ve diğer) yurtsever aydınlarımızın tümünü HDP’ye katılmaya, bu olanaklı değilse yazıları ve konuşmalarıyla destek vermeye davet ediyorum" diyordu.

70 yıllık kavgasının 60 yılını onurla paylaştığım Ekinci'nin çağrısını yürekten destekliyorum.

Katılmayan veya katılamayan katılmaz ama, özellikle girmiş olduğumuz seçim sathı mailinde liderleri ve birçok seçilmişi Tayyip'in zındanlarında devre dışı bırakılmak istenen HDP'i desteklemek ve onu halkoyuyla yaşatmak, ana muhalefet partisi kılmak gerçekten de kendine "solcuyum, demokratım" diyen her yurttaşın görevi olmalıdır.

İSLAMO-FAŞİST DESPOTUN EMRİNDEKİ ŞÖHRETLER GEÇİDİ

30 Mart, Kızıldere katliamının yıldönümü… 1 Nisan, Yılmaz Güney'in doğumunun yıldönümü… 2 Nisan, Sabahattin Ali'nin öldürülmesinin yıldönümü… Yürek yakan yıldönümleri… Hepsi militaro-faşizmin kurbanları…

Böylesi bir haftada Türkiye'nin bir başka kesim şöhretlerinin islamo-faşist despot Tayyip Erdoğan'a arz-ı ubudiyet etme rezilliğine tanık olmak da varmış.

En başta Nobel ödüllü profesör Aziz Sancar'ın Akkuyu nükleer santralini halka kabul ettirmek için hükümetin hazırlattığı bir tanıtım filminde UNESCO ödüllü Prof. Bilge Demirköz'le birlikte konu makneliği yapması.

Tek kelimeyle utanç verici… Türkiye'nin yıllardır kapısında beklediği Avrupa Birliği'nin birçok ülkesinde nükleer santraller tehlike oluşturduğiu için ardarda kapatılırken ve de Nobel ödüllü birçok şahsiyet yeni santrallerin açılmasına karşı çıkarken bizimki kim bilir ne karşılığında bu utanç verici senaryoda yer alıyor.

NATO bursuyla eğitim görmüş bu zat Nobel ödülü aldıktan sonra da Türkiye'ye muzaffer bir kumandan edasıyla girdiğinde bir yandan ülküdaşlarıyla koklaşıp hasret giderirken öte yandan Tayyip'e hizmet arzediyordu.

Bunu eleştirdiğimizde solculuğu Atatürkçülük'le sınırlı kişilerden az küfür yememiştik.

Ya Afrin'in Türk Ordusu ve islamcı talan çeteleri tarafından işgal edilmesini kutlamak için kamuflajlı İslam serdarı Tayyip'in peşine takılarak Hatay'a giden Hülya Koçyiğit, İbrahim Tatlıses, Ajda Pekkan, Muazzez Ersoy, Yavuz Bingöl, Sibel Can, Seda Sayan, Deniz Seki, Emel Müftüoğlu, Serkan Çağrı, Necati Şaşmaz, Mustafa Sandal gibi el etek öpücü ses ve sahne sanatçıları…

Hele hele işçi sınıfının bayramı 1 Mayıs'ı Afrin işgalinin harekat üssü Hatay'da kutlama kararı alarak islamo-faşist despota hizmet arzeden Türk-İş yönetimi?

Tüm bu pisliklere tanık olurken sürgünde kaybettiğimiz büyük sanatçımız Yılmaz Güney'in doğum yıldönümü olan 1 Nisan'da İstanbul ve Ankara'da düzenlenen anma törenleri karanlığı yırtan bir özgürlük huzmesiydi.

Sokak Kültür Derneği ve Düşünceye Özgürlük Girişimi’nin İstanbul Mimarlar Odası konferans salonunda düzenlediği toplantıya Yılmaz Güney'in sürgününü konu alan bir mesajla katıldım.

Yılmaz, tıpkı sürgünde yitirdiğimiz Nazım Hikmet ve Ahmet Kaya gibi, Türkiye solunun ödün vermez bir direnç anıtıydı.

SÜRGÜNDE YİTİRDİĞİMİZ GERÇEK SANATÇI YILMAZ GÜNEY

Yılmaz Güney'le aynı tarih kesitinde bir yıl arayla doğmuşuz. Savaş yıllarında ben demiryolcu çocuğu olarak bozkır insanlarının yoksulluk ve acılarını paylaşırken Yılmaz da işçi çocuğu olarak Adana sokaklarında ekmek parası peşinde koşmaktaymış.

Benim gazeteci, Yılmaz'ın da yazar ve sinema sanatçısı olarak sürgüne kadar uzanan mücadeleli yaşamı seçişimizde, sayısız yaşıtlarımız gibi, hep bu arka planın büyük rolü vardır.

Yılmaz'ı görsel olarak ilk kez 1959 yılında Milliyet'in İzmir temsilcisiyken Alageyik filminin başrolünde tanımıştım. Düşünsel yakınlığımızı ise Yeni Ufuklar Dergisi'ndeki öyküleriyle…

1962 sonunda İstanbul'daydım… Türkiye İşçi Partisi genel merkezi ülkenin en seçkin sol aydın ve sanatçılarının uğrak yeriydi… Ama Yılmaz yoktu…

Yoktu, çünkü o günlerde bir dergiye yazdığı yazıda komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle Konya'da sürgün cezasını çekmekteydi.

Demem o ki, Yılmaz daha o yıllarda sürgüne yazgılıydı…

Türkiye'de uğradığı baskılar tıpkı Nazım Hikmet gibi onu da yurt içi sürgününden 20 yıl sonra, yurt dışı sürgününe mecbur etti.

Yılmaz'ın sürgüne çıkışı, ardından da Cannes Film Festivali'nde Yol filmiyle Altın Palmiye'yi Costa Gavras'la paylaşması, Türkiye'yi büyük bir hapishaneye dönüştüren Evren faşizmine vurulan en büyük darbelerden biriydi.

Ölünceye kadar da anti-faşist mücadelesini zor sürgün koşullarında da sürdürdü.

Aslında Yılmaz'ın sürgünde mücadeleye katkısı daha önceki yıllara, 1971 darbesi sonrasına dayanır.

Solun birçok aydını ve sanatçısı gibi Yılmaz da o yıllarda askeriyenin zındanındadır. Ama yurt dışında cuntaya karşı yürütülen mücadelenin en önemli referans isimlerindendir.

Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde Demokratik Direniş Hareketi olarak düzenlediğimiz birçok protesto etkinliğinde Türkiye sinemasını Yılmaz'ın Umut filmi temsil etmişti.

1980 darbesinden sonra da Avrupa'da yeniden yükselen anti-faşist direnişe yine Yılmaz'ın bir başka gerçekçi filmi, Sürü, yeni bir ivme kazandıracaktı.

12 Ocak 1981… Türkiye İşçi Partisi genel başkanı Behice Boran siyasal sürgün olarak Brüksel'de misafirimiz… Demokrasi İçin Birlik örgütümüzün yürüteceği kampanyalar üzerine görüşüyoruz… Belçika'nın Fransızca radyosu RTB'den bir telefon geliyor.

- Yılmaz Güney'in Sürü filmi Belçika Sinema Eleştirmenleri Birliği'nin büyük ödülüne layık görüldü. Radyoda bir tanıtım yapabilir misiniz?

Stüdyoya girip Yılmaz'ı, uğradığı baskıları ve de 1980 Darbesi'nin ardından uygulanan devlet terörünü anlatıyorum.

Cunta'nın terörü Sürü sayesinde Belçika medyasında gündeme oturuyor.

Belçika Sinema Eleştirmenleri Birliği'nden arıyorlar:

- Yılmaz Güney'in filmini ödüllendirdik, ama halen hapiste olduğunu söylüyorsunuz. Ödülü kime ve nasıl verebiliriz?

Büyük raslantı… Sürü'de başrolü oynayan Melike Demirağ ve eşi Şanar Yurdatapan o sırada Almanya'da sürgünde… Derhal kendileriyle temas kuruyorum ve Brüksel'deki törene Yılmaz Güney adına Melike Demirağ katılarak ödülü alıyor.

Tam bu olayın sevincini yaşarken Hürriyet Gazetesi'nin Avrupa baskısı geliyor… Manşet:  "Acı Akıbet: Boran ve Gazioğlu artık ‘Türk değil!"

Birkaç gün sonra tüm medyada yeni bir haber: Şanar ve Melike de vatandaşlıktan atılıyor.

Bu uygulama onlarla da sınırlı kalmıyor, bir süre sonra Türkiye'yi terkeden Yılmaz Güney'in de dahil olduğu yüzlercemiz Cunta şefi Evren tarafından "kansızlar" diye suçlanarak vatansızlaştırılıyoruz.

Cannes'da büyük ödül alan Yılmaz artık 80 sürgünlerinin en önemli ismi… Konuşması için Avrupa'nın dört bir yanından çağrılar alıyor. Brüksel'de düzenlediğimiz bir toplantıya katılması için ısrar ediyoruz, ama o çoktan kendisinin en güçlü ifade aracı olan sinemada yeni bir ses getirmek için çalışmaya koyulmuş, Paris'ten ayrılamıyor…

Türkiye'deki mahpus çocukların dramını yansıtan Duvar filmini gerçekleştirmek için gece gündüz çalışıyor…

Bunun yanısıra Paris'te ardıarkası kesilmez direniş gecelerinin en güçlü hatibi… En son 1984'ün Newroz'unda yaptığı son konuşmayı anımsıyorum. Kürt özgürlük savaşının ergeç zafere ulaşacağını tüm dünyaya haykırıyordu:

"Ezilen sınıfların kardeşliği en güçlü silahlarımızdan biridir. Dost ve düşman herkes bilsin ki kazanacağız...Mutlaka kazanacağız...Bir köle olarak yaşamaktansa bir özgürlük savaşçısı olarak ölmek daha iyidir... Yaşasın Kürt-Türk, Acem ve Arap halklarının kardeşliği ve dayanışması..."

Ama Türkiye'deki mahpus yıllarında tedavi edilemeyen hastalığı bünyesini kemiriyor ve henüz 47 yaşında, en verimli çağındayken onu bizlerden kopartıp alıyor.

Yılmaz şimdi bir direniş simgesi olarak Paris komüncüleriyle birlikte ünlü Père Lachaise'de yatıyor…

Tıpkı Nazım Hikmet'in Moskova'daki Novodeviç Mezarlığı'nda yattığı gibi…

Yılmaz için son sözüm… Nazım Hikmet'in Benerci için yazdığı o muhteşem finalden:


"Bu giden
Bir
Biten
Şarkı değildir.

O
büyük
bir
ışık
gibi döğüştü.
kasketli
bir güneş
halinde düştü."

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi