Avrupa’dan adalet beklerken…

Bir yılda 250 bin yurttaşın zındanda olduğu bir ülkede 27 yılda sadece 3.128 kişiye ulaşabilmiş bir adalet… Bin teşekkür… Ama bize önce kendi ülkemizde adalet gerek!

HDP lideri Selahattin Demirtaş’ın tutukluğuna karşı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde açılan davanın Strasburg’daki duruşmasında avukatları Tayyip Erdoğan despotizminin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni çiğneyen terörünü kanıtlarıyla çok iyi ortaya koydular.

Benzeri tüm davalarda olduğu gibi yüksek mahkemenin kararını açıklaması için bir süre daha beklenecek. Eğer bu arada Erdoğan ustası olduğu Osmanlı oyunlarından bir yenisini sahneye sürerek AİHM kararını beklemeden bir tahliye kararı çıkarttırmazsa, Türkiye demokrasi ve insan hakları mücadelesinin yiğit siması Demirtaş’ın özgürlüğüne, halkına, ailesine ve dostlarına kavuşabilmesi için birkaç ay daha beklememiz gerekecek.

Avrupa adaleti Türkiye insanı için son derece gecikmeli bir adalet… Ben de çok geç tanıdım…

1967’den 1971’e tam beş yıl hakkımda Türk Ceza Kanunu’nun 141, 142, 158, 159 ve 311. maddelerine göre açılmış davalardan yargılanmamı beklerken mübaşir sıtma görmemiş sesiyle adımı bağırıncaya kadar İstanbul adliyesinin koridorlarını arşınlamaya talimliydim. Çoğu kez de geçen hafta sonsuzluğa uğurladığımız avukatım Müşür Kaya Canpolat’la birlikte… Dava açılmadan önce savcılık ve de sorgu hakimliği kapılarında beklemek de cabası… 1. Ordu Komutanlığı’nın mahkemesinde de…

Avrupa’da sürgüne çıktıktan sonra da adaletle işim bitmedi, ama bu kez sanık olarak değil, Strasburg’daki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde önce gözlemci, bir keresinde de davacı olarak…

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Avrupa Konseyi üyesi ülkelerde insan hakları ihlallerini 14 Kasım 1960’da yargılamaya başlamışsa da, Türkiye bu konseyin ilk üyelerinden biri olduğu ve insan haklarını sürekli ihlal ettiği halde, bu ülkenin vatandaşları, başlarına devlet zoruyla ne bela gelmiş olusa olsun, 1987 yılına kadar, bu mahkemeye başvuramadı. Zira, Avrupa Konseyi üyesi ve de Avrupalı olmakla olmakla şişinen Türkiye yöneticileri, bir çok koalisyon hükümetinin başını çeken CHP’liler de dahil, kendi vatandaşlarına bu mahkemeye bireysel başvuruda bulunma hakkı tanıyacak olan sözleşmeyi imzalamaktan tam 27 yıl kaçtılar.

Bizim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gerçeğiyle tanışmamız ancak 1972 yılında, 12 Mart cuntasının işkenceli, zındanlı, idamlı insan hakları ihlallerini 400 sayfalık bir Türkiye Dosyası halinde Strasburg’ta Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’ne sunduğumuz zaman mümkün olabildi.

Dosyadaki belgeler insan haklarına bir nebze duyarlı olan herkesi isyan ettirecek vehamette olduğu için, bazı Avrupalı milletvekilleri, Parlamenterler Meclisi’nde verilecek mücadelenin yanı sıra, zulme uğrayan vatandaşların bireysel olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurmasını tavsiye etmişlerdi.

Türkiye bu başvuruyu yapmaya olanak veren sözleşmeyi imzalamadığı için bu mümkün değildi. Bunun üzerine, başta Hollandalı milletvekili Piet Dankert olmak üzere, temas kurduğumuz birçok Avrupalı milletvekili, kendi devletlerinin Avrupa mahkemesinde Türk Devleti aleyhine dava açmasını sağlamak için sefer olmuşlardı.

Ancak bu girişimler, o zaman Türkiye’de "umut"a oynayan Ecevit’in, böyle bir girişimin kendi seçim şansını zayıflatacağı gerekçesiyle yaptığı müdahaleler nedeniyle bir sonuca bağlanamamıştı.

Ama 12 Eylül 1980’de Türkiye’de yeniden askeri darbe yapılınca, sadece Avrupa parlamenterleri değil, aynızamanda Avrupa Ekonomik Topluluğu da askeri cunta yönetimine karşı mücadelede daha kararlı davranacaktı.

AET’nin yasama organı olan Avrupa Parlamentosu 5 Kasım 1981’de AET-Türkiye 4. Mali Protokolü’nün uygulanmasını, insan hakları ihlalleri sona erinceye kadar askıya aldı.

Dahası, Avrupa Konseyi üyesi beş ülke, Fransa, Hollanda, İsveç, Norveç ve Danimarka, 1 Temmuz 1982’de, insan hakları ihlallerinden dolayı Türkiye aleyhine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde birlikte dava açtılar.

Ne ki, Ecevit’in 70’lerdeki rolünü bu kez Turgut Özal üstlenmişti. 1985 yılı kapanırken, Avrupa’dan Ankara rejimine tüm demokrasi savunucularını hayrete, hattâ dehşete düşüren bir ödün daha verildi. Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na Türkiye aleyhine şikayette bulunmuş olan beş Kuzey ülkesi, seçimlerden sonra Özal’ın "demokratikleşme" yolunda olumlu adımlar attığı gerekçesiyle 7 Aralık 1985’te şikayetlerini geri çekti.

Avrupa, cumhurbaşkanlığı makamında hâlâ Cunta şefi bir generalin oturduğuna, militarist bir anayasanın yürürlükte olduğuna bakmaksızın, bu kez de cunta hükümetlerinde üç yıl başbakan yardımlığı yaparak faşist yönetimin tüm uygulamalarına kafa sallamış Turgut Özal’ın göz boyacılığına ram oluyordu.

Ankara’ya bu ödünün verilmesini izleyen 1986 ve 1987 yıllarında devlet terörü sadece Türkiye’de bütün vahşetiyle sürmekle, Türkiye Kürdistan’ında da köyleri boşaltmakla kalmıyor, sınırları da aşıyor, Türk uçakları Kuzey Irak’taki Kürt yerleşim alanlarını bombalıyordu.

1980 Cuntası ve onu izleyen Özal yönetimi dönemlerinde işlenen insan hakları ihlallerini teşhir etmek üzere kısa zamanda Türkiye’de Militarist "Demokrasi" Üzerine Kara Kitap adlı bir belge hazırlayarak darbenin 6. yıldönümüne denk gelen 12 Eylül 1986’da Brüksel’deki Uluslararası Basın Merkezi (IPC)’de düzenlediğimiz bir basın toplantısıyla Avrupa kamuoyuna sunduk.

1987 yılında, Evren Cuntası tarafından "kansızlar" diye nitelenerek Türk vatandaşlığından atılan 13 bin’i aşkın Türkiyeli hâlâ vatansızdı. Bunların birkaç yüzü bizim gibi siyasal nedenlerle "vatan haini" sayılanlardı. Ama büyük çoğunluğu Türkiye’deki kirli savaş nedeniyle Türk Ordusu’nda askerlik yapmayı reddedip Batı ülkelerine sığınanlardı.

Özal Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine aday olabilmesi için arka arkaya bir takım kozmetik reformlar yapıyordu. Bunlardan biri de 1987 yılı başlarında TC vatandaşlarının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkını tanıdığını ilan etmesiydi.

Vatansızlaştırılanlar, cuntanın bu kararına karşı AİHM’de dava açıp vatandaşlıklarını yeniden kazanabilirler miydi?

12 Mart darbesinden beri cunta yönetimlerine karşı Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi ve Avrupa Parlamentosu üyelerini bilgilendirmek için çok sık gittiğim Strasburg, aynı zamanda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin de bulunduğu kentti.

O kentte 3 Nisan 1987 günü Avrupa Parlamentosu salonlarında Sığınma Hakkı Üzerine 2. Avrupa Konferansı’na katılan Belçika delegasyonunda ben de yer alıyordum. Yaptığım konuşmada, Avrupa ülkelerinde sığınma hakkının korunması kadar, Türkiye gibi muhaliflerini, azınlıklarını başka ülkelerde sığınma aramak zorunda bırakan ülkeler konusunda da Avrupa’nın daha ciddi yaptırımlar uygulaması gerektiğini dile getirdim.

Strasburg’ta AP temaslarının dısında AİHM ile de temas kurarak vatandaşlıktan çıkartılmış olanların, Özal’ın "bireysel başvuru hakkı"nı kabul ettiğini ilan etmesinden sonra, bu mahkemeye başvurup vuramayacaklarını sordum.

Bu hakkın kullanılabilmesi için, Türk Devleti’nin AİHM’nin zorunlu yargı yetkisini de tanıması gerektiğini söylediler. Özal iktidarı bu yetkiyi ancak 1990’da kabul edecekti.

Özal’ın 23 Eylül 1987’de Batı Berlin’e yaptığı ziyaret sırasında Türkiyeli siyasal sürgünler olarak o kentte bir araya geldik. Daha sonra ortak bir basın toplantısı yaparak hem Türkiye’de baskıların devam etmesine karşı tavrımızı koyduk, hem de siyasal sürgünlerin ancak gerçek bir demokratikleşme sağlandığı takdirde Türkiye’ye dönebileceklerini açıkladık.

Ancak Turgut Özal bu vatansızlaştırma rezaletine son vereceğine, hemen ertesi yıl bizim üzerimizden katmerli olarak yeniden uygulattı.

Bir yandan insan haklarını sürekli çiğnerken, Özal Hükümeti öte yandan 14 Nisan 1987 tarihinde Avrupa Birliği’ne üyelik için resmi başvuruda bulunmuştu. Talep dosyaya konmuş, ama henüz hiçbir işleme tabi tutulmamıştı. Avrupa duvarında bir gedik açabilmek için önce Yunanistan’la ilişkileri biraz yumuşatan, daha sonra da Avrupa’daki Türk göçü kartına oynayan Özal, AB’ye katılma talebine yeni bir ivme kazandırmak üzere 3 Mart 1988’de kalabalık bir siyasetçi, gazeteci ve işadamı topluluğuyla "Brüksel çıkartması" yaptı.

Bu vesileyle yaptığı basın toplantısında Türkiye’de süregelen insan hakları ihlalleriyle ilgili sorularımızdan rahatsız olan Özal, 18 Nisan 1988’de Brüksel’deki Türk Konsolosluğu’na Türk vatandaşlığından atıldığımızın bize yeniden duyurulmasını emretti. Başkonsolos Selçuk İncesu da bu emre uyarak 1 Haziran 1988’de vatandaşlıktan atıldığımızı ve Türkiye’deki tüm varlığımıza el konulduğunu ikinci kez taahhütlü mektupla tebliğ etti.

Yıllarca gazeteci ve gözlemci olarak çalışmalarını izlediğimiz Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bu kez davacı olarak ilk baş vuranlardan biri de İnci’yle birlikte ben olacaktım.

Türkiye’de açtığımız iptal davası Danıştay tarafından "Milli Güvenlik Konseyi kararları aleyhine dava açılamayacağı" gerekçesiyle reddedildiği ve tüm itiraz yolları kullanılıp da bir sonuç alınamadığı için 7 Aralık 1990 tarihinde Belçikalı bir avukat aracılığıyla vatandaşlık kaybettirme kararına karşı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde dava açtık.

Danıştay’daki savunmasında Türk Ceza Kanunu’nun 140, 142 ve 159. maddelerine göre hakkımızda açılmış birçok dava bulunduğunu, komünistlikle, anarşistlikle suçlanmakta olduğumuzu belirterek Türk vatandaşlığından atılmayı hakettiğimizi ileri sürmüş olan Türk Hükümeti Strasburg’a da aynı içerikte bir yanıt vermesinin kendi aleyhine olacağını biliyordu. Bunun içindir ki, 5 Haziran 1992’deki karar oturumuna bir gün kala, bizlerin vatandaşlıktan çıkartılmamızı sağlamak için Cunta’nın Vatandaşlık Yasası’nın 25. Maddesi’ne eklediği G fıkrasını yürürlükten kaldıran bir kanunu alelacele Meclis’ten geçirdi. AİHM’ye gönderdiği yanıtta da bu yasa değişikliğini öne sürerek açılan davanın geçerliliği kalmadığını bildirdi.

Avrupa kurumları genelde Türkiye’yle ilişkileri iyileştirme sürecine girmiş olduğundan AİHM de 28 Haziran 1993’te, vatandaşlık haklarımız iade edilmiş olduğuna göre dâvanın görülmesine gerek kalmadığına oy çokluğuyla karar verdi. Bu kararın ne denli adaletsiz olduğu muhalefet şerhlerinde çok net oraya konuyordu. Ayrıca, bu karardan sonra ısrarlı taleplerimize rağmen, arka arkaya dışişleri bakanı olan Hikmet Çetin, Mümtaz Soysal ve İsmail Cem, Türkiye’ye döndüğümüz takdirde hükümetin daha önce hakkımızda yapmış olduğu ağır suçlamalardan dolayı başımızın derde girmeyeceğine dair yazılı güvence vermeyi reddettiler.

Bununla birlikte, daha sonraki yıllarda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ihlali gerekçesiyle Türkiye’den gelen şikayetlerde AİHM genellikle adil kararlar verdi. AİHM’nin resmi istatistiklerine göre, 1959-2018 yılları arasında AİHM’de Türkiye’nin taraf olduğu tam 3.532 dava görülmüş, bu davalardan 3.128’i Türk Devleti’nin mahkumiyetiyle sonuçlanmış bulunuyor.

Mahkumiyet kararlarının gerekçeleri ve sayıları şöyle:

Yaşam hakkı 137, Etkin soruştuma hakkı 434, İşkence yasağı 32, İnsanlık dışı ve aşağılayıcı muamele 327, Özgürlük ve güvenlik 755, Adil yargılanma hakkı 919, Yargılanma süresi 603, AİHM kararlarının uvgulanmaması 66, Kanunsuz ceza olmaz 4, Özel ve aile hayatına saygı 112, Düşünce, vicdan ve din özgürlüğü 12, İfade özgürlüğü 321, Toplanma ve dernek kurma özgürlüğü 95, Etkili başvuru hakkı 279, Ayrımcılık yasağı 19, Mülkiyetin korunması 660, Eğitim hakkı 6, Serbest seçim 11, AİHS'in diğer maddeleri 33.

Ancak Avrupa adaletinde hak aramak son derece zor, karmaşık ve pahalı bir süreç… Ve de karara varıncaya kadarki süre göz önünde tutulduğunda büyük sabır gerektiren çileli bir süreç…

Anımsatalım, Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK)’nin 2017 yıl istatistiklerine göre 31 Aralık 2017 tarihi itibariyle ceza infaz kurumlarındaki kişi sayısı, 2016 yılının aynı tarihine göre yüzde 15,7 artarak 232 bin 340 olmuş... Bu sadece 1 yılın rakamı… Ya 27 yılda zındandan geçen ya da hâlâ orada kalanların sayısı?

İnsan haklarının sürekli ayaklar altına alındığı, kitlesel tutuklamaların, işkencelerin, ağır hapis mahkumiyetlerinin hiç durmadığı, düşünce, ifade ve basın özgürlüklerinin tepe tepe çiğnendiği böyle bir ülkeden geçtiğimiz 28 yılda sadece 3.532 mağdur Strasburg’un kapısını çalabilmişse, takkeyi önüne koyup düşünmek gerekir.

Avrupa adaletine teşekkür… Ama bize önce kendi ülkemizde adalet gerek!

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi