Zarrab 'bankacılığı' ve ahbap çavuş ekonomisi

Ahbap çavuş ekonomisinde, iş dünyasında "başarılı" olmanın yolu hükümet ve devlet yetkilileri ile yakın ilişkiler içinde olmaktan geçiyor. Bu sayede iş adamları ihaleler ve teşvikler alıyor.

ABD'nin İran'a yönelik ekonomik ambargosunu deldiği iddiasıyla ABD'de tutuklanan, ilerleyen süreçte davada tanık statüsüne geçen Reza Zarrab'ın geçen haftaki tanıklığında anlattıkları, bir anlamda Türkiye'nin geçmiş 15 yılına ayna tutuyor.

17-25 Aralık operasyonları sırasında rüşvet, yolsuzluk, iktidar, iş dünyası, bürokrasi ekseninde ortaya dökülen siyasetteki ahlak yoksunlaşması ve çürümeyi yakından izlemiştik. Zaman zaman Zarrab'ın anlattıkları, okuduğumuz bir kitabın filme çekilmesi gibi, anlattıkça kimi yerlerde "biz bunları duymuştuk, okumuştuk" diyoruz.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ve partisi AKP, 2002'deki iktidara gelişlerini ve ardından yaşadıkları yükselişi, köhnemiş siyasi yapılara duyulan rahatsızlığa ve bunun yarattığı büyük tepkiye borçluydu. AKP bu rahatsızlığı gayet iyi kullandı, zaman içerisinde teşkilatını ve iktidarını genişletti, hükümette kadrolarını oluştururken devletin kılcal damarlarında ve bürokraside yapılanmayı ihmal etmedi. Bir dönem yaşanan AB ile tam üyeliğe giden müzakerelerin getirdiği yakınlaşma, ABD ile iyi ilişkiler, dışarıda 2008 krizi sonrasında görülmemiş boyutlara ulaşan küresel likiditenin gösterdiği ilgi, içeride büyük altyapı yatırımlarının verdiği coşku derken git gide palazlandı.

Art arda, genel ve yerel seçimlerde, cumhurbaşkanlığı oylamasında ve 2010  Anayasa referandumunda elde ettiği başarıyla gücünü perçinledi. Süreç içinde AKP, sadece Milli Görüş geleneğinden gelenler için değil, mütedeyyinler, reform ve yenilik isteyenler, kentliler hatta elitler için oy verilebilecek bir parti haline geldi. Sonunda AKP, merkez sağda bir koalisyon haline dönüştü.

Fakat hemen her iktidarda uzun süre kalan hükümette görülebileceği gibi, Erdoğan ve iktidarı da güç zehirlenmesi yaşadı, Erdoğan, bir lider figürü olarak giderek hem hükümetinin hem partisinin önüne geçerek tekadamlaştı. Cumhurbaşkanlığı koltuğunda da bunu cilalamakla meşgul... 

Barış süreciyle ve açılımlarla toplumun geniş kesimlerini kucaklaması gerekirken, beklentilerin tam tersine hareket eden, temel hak ve özgürlükleri daraltan, başta Kürtler, muhalif siyasetçiler, akademisyenler, gazeteciler, avukatlar olmak üzere kendinden olmayana yönelik düşmanca bir tutum alan, yasama ve yargı erklerine istediği gibi karar almaları için müdahale ederek kuvvetler ayrılığı prensibini yerle bir eden, orantısız şiddete ve zulme yol veren, yasakları dayatan bir lidere dönüştü. Pragmatizm günleri biterken, radikalleşme günleri çoğaldı.

Tüm bu yaşananların ekonomik boyutunun olmaması düşünülemez elbette. Malum, tüm dünyada yolsuzluk en büyük küresel sorunlardan biri olarak gösteriliyor. Çünkü yolsuzluk, en temel insani değerlere ters düşüyor.

Papa Francis, bir konuşmasında, "İnsan hakları sadece terörizm, baskı veya cinayetlerle çiğnenmez, büyük adaletsizlikler yaratan ekonomik yapılarla da işlenir" demişti.

The Economist'in 2014 yılında oluşturduğu bir endeks var: Crony Capitalism Index. Türkçe'ye "ahbap çavuş kapitalizmi" olarak çevrilen bu endekste Türkiye 2014'te 14'üncü sıradaydı. 

Temel olarak ahbap çavuş ekonomisinde, iş dünyasında "başarılı" olmanın yolu hükümet ve devlet yetkilileri ile yakın ilişkiler içinde olmaktan geçiyor. Klasik anlamda kapitalizmin önerdiği serbest piyasa ekonomisi gibi görünse de, bu tarz ekonomilerde başarı serbest rekabetle değil, iş dünyasındaki aktörlerin siyasi iktidar ve bürokrasi ile kurduğu ilişkiler sayesinde mümkün olabiliyor. Yine bu sayede ihaleler, teşvikler ve çeşitli destekler alan işadamları onlarla rekabet eden diğer aktörlere karşı daha avantajlı hale geliyor. Buradaki iktidar, sermaye ve bürokrasiyi kapsayan ilişki yumağı sadece serbest rekabeti değil, uluslararası karar ve yaptırımları ihlal eden boyutlara ulaşmış.

İktidar da, şeffaflıktan, denetimden ve hesap vermekten uzak bir yapıda olunca, mevcut durum endekslere hemen yansıyıveriyor. Hızla yükselen Türkiye, 2016 yılında açıklanan endekste hızla 8'inci sıraya oturuvermişti. İlk 10'da göze çarpan diğer ülkeler arasında Rusya, Malezya, Ukrayna, Meksika, Çin, Hindistan yer alıyor.

Bu arada Zarrab'ın mahkemede verdiği ifadelerden çıkan kirli ilişkiler ağının daha iyi anlaşılabilmesi için sermaye-iktidar ilişkileri üzerine kolektif veri haritalama yapan Mülksüzleştirme bir haritalama gerçekleştiriyor. Harita hem desteklerle hem de Zarrab'ın yeni anlatımlarıyla güncelleniyor. Şuradan incelenebilir:

Zarrab'ın üç gün boyunca söyledikleri içinde şu ana kadarki en kritik nokta, Cumhurbaşkanı Erdoğan'a ilk kez değinmiş olması. Zarrab, Halkbank gibi Ziraat Bankası ve Vakıfbank'ın da ambargoyu delmek için İran'la çalışmasına Erdoğan'ın onay verdiğini söyledi. Hatta durumdan o dönemde Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan'ın da haberi olduğunu belirtti. 

Bu isimlerin zikredilmesi davaya bakan yargıç Richard Berman için tali konular olabilir, zira kendisinin önceliği muhtemelen ambargonun gerçekten ihlal edilip edilmediği, edildiyse hangi araç, yöntem, banka ve ülke ticari sistemlerinin kullanıldığı, bundan ABD devletinin ne tür bir zarar gördüğü vs. olacak. Elbette bir ülkenin devlet adamlarının doğrudan bu işlere bulaşmış olması da davanın sonucunu etkileyecektir. 

Çünkü, burada mesele sadece ambargo delme, kara para aklama ve yolsuzlukla sınırlı değil. Uluslararası anlaşmalara ve BM Güvenlik Konseyi kararlarına rağmen İran'a para giriş çıkışı ABD için bir ulusal güvenlik meselesi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, "Ambargoyu asıl ABD'nin deldiğini, ABD'li Boeing'in İran'a uçak sattığını" söylediği gibi basit değil maalesef.

Bu uçak satışları, Temmuz 2015'te uluslararası ekonomik yaptırımların kaldırılması karşılığında, İran'ın nükleer faaliyetlerini sınırlandırılmasını öngören anlaşma sonrasına denk düşüyor. Obama döneminde alınan bu karar sonrasında, iki ülke arasındaki ticaret hacmi genişlemeye başladı.

Bir ülkenin iktidar mensupları, bürokrasisi, iş dünyası bu kadar kirliyken diğer kurumlarının ne kadar temiz olduğu da tartışılır hale geliyor. İnsanlar kendi hayatlarına değer vermedikçe, sorgulamadıkça ve toplumun daha iyi bir yönetime layık olduğunu düşünmedikçe, o kir istemeseniz de gelir size de bulaşır. Ama Türkiye gibi yolsuzluğa, haksızlığa, rüşvete, hak ihlallerine -küçük zümreler hariç- tepkisizliği ve gönüllü seyirciliği yüksek ülkelerde "elleri yıkama" operasyonu zor. 

Bir ülkede bireysel özgürlükleri baskıladığınız, şeffaflık ve hesap verebilirlikle ilgili mekanizmaları işlemez hale getirdiğiniz zaman, demokrasiyi amaç değil araçsallaştırdığınız zaman, yolsuzlukla mücadele şansınız da azalmış oluyor...

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi