Manayı tesadüfe bırakmayanlar

İki hafta içinde dört önemli yazarı kaybettik. Garip bir tesadüfle Mario Levi ve Alev Alatlı 31 Ocak’ta, Füruzan ve Yılmaz Karakoyunlu ise 11 Şubat’ta aynı günlerde öldüler.

İki hafta içinde dört önemli yazarı kaybettik. Garip bir tesadüfle Mario Levi ve Alev Alatlı 31 Ocak’ta, Füruzan ve Yılmaz Karakoyunlu ise 11 Şubat’ta aynı günlerde öldüler. Füruzan ile Mario Levi katıksız birer edebiyatçıydı. Hayatları boyunca sadece yazmış, edebiyat ve ona komşu yaratıcı işlerle hayatlarını sürdürmüş iki insan. Edebiyat tarihimizde yazdıklarıyla yerlerini aldılar. Nitekim, her ikisinin kaybı özellikle yazarlar ve edebiyatseverler arasında büyük bir üzüntüyle karşılandı.

Evet Füruzan’ın yaşı epey ilerlemişti, ama özellikle Türk edebiyatında ‘şaşırtıcı ve öncü’ kimliğiyle edindiği yer nedeniyle kaybı çok etkili oldu. Herkesin insan olarak da çok sevdiği Mario Levi ise beklenmedik ve erken bir kayıp. Üstelik Mario Mevi’nin pozitif, sevecen, hayatın tadını çıkartmasını bilen kişiliğini tanıyanlar için bu erken kayıp özellikle üzüntü vericiydi.

Yılmaz Karakoyunlu ve Alev Alatlı da vaktiyle çok etkili olmuş romanlar yazmıştı. Ama kabul etmeliyiz ki onların romanları edebi yanından çok içeriğiyle öne çıkıyordu; daha çok ‘düşünce romanı’ diyebileceğimiz kitaplar yazdılar. Gerçi Yılmaz Karakoyunlu’nun kitaplarının hikayesi ve üslubuyla da öne çıkan bir yanı vardı. Alatlı her şeyden önce bir entelektüeldi ve yazdıkları da bu yönde ürünlerdi. Karakoyunlu’nun ise hep edebiyat arzusuyla kaleme sarılan bir yanı da vardı. Nitekim pek bilinmese de şiirden, tiyatro oyunlarına farklı alanlarda da üretti. Türkiye onu daha çok bir siyasetçi olarak tanıdı, nitekim pek ses getirmeyen kaybını duyuran haberler de öyle başlıklarla çıktı: Eski bakan Karakoyunlu hayatını kaybetti.

Mario Levi İstanbullu bir yazardı. Bir yanıyla azınlıkların şehri zenginleştiren o geçmiş zamanları çağrıştıran bir persona ve edebiyatçı. Ona ün kazandıran ilk kitapları, ‘Bir Şehre Gidememek’, ‘Madam Floradis Dönmeyebilir’ ya da önemli romanı ‘İstanbul Bir Masaldı’da olduğu gibi azınlıkları, Yahudi toplumunu anlattı ama onun için sadece bu konunun yazarı diyemeyiz. O aslında güzel İstanbul’un ve insanlarının romantik yazarıydı. Füruzan ise 1970’lerde Türk edebiyatında Zeynep Oral’ın deyimiyle ‘bomba etkisi yapmış’ çok ilginç birisi. 1950’lerde yayımlanan ilk öyküleriyle ilgi görmüş ilk kitabını 1971’de yayımlamış ve bugün klasikleşen ‘Parasız Yatılı’ adlı bu kitabıyla Sait Faik Hikaye Armağanı’nı kazanan ilk kadın yazar olmuştu. Küçük insanları, yoksulları, kadınları anlatan hayatın içinden detayları ihmal etmeden oluşturduğu üslubuyla dikkat çeken, sınıfsal bakış açısını hiç kaybetmeyen özgün bir yazardı.

Mario Levi ve Füruzan için çok şey yazıldı ve yazılacak. Ben diğer iki isimden söz etmek istiyorum.

ALEV ALATLI'NIN İSLAMCI MUHAFAZAKARLARLA KESİŞEN YOLU

Alev Alatlı, 1990’ların başında yayımlanan ‘Or’da Kimse var mı?’ serisiyle hayatımıza girmişti. İlk kitap ‘Viva La Muerte’deki roman kahramanı Günay Rodoplu’nun ta kendisiydi sanki. Biraz küskün ve kırgın ama bu ülkeye, onun ‘yeşil elma ve kekik kokan’ insanlarına sevgilisi Şafak’a olduğu gibi aşkla bağlı bir aydın. Alatlı’nın bildik, kentli aydın yaşamının içinden yazdığı ve o çevrelerde tanıdık mekanlarda geçen hikayesi aslında güçlü bir modernizm, Batılılaşma ve hatta Kemalizm eleştirisiydi. Tam da duvarlar yıkılıp dünya alt üst olurken, post modernizm sersemletici bir rüzgar gibi üstümüzde eserken bu ‘içeriden eleştiri’ onun ilgi çekmesini sağladı. Zamanın ruhuna uygun bir çıkıştı Alev Alatlı.

Romanlarının farklı düşünme biçimlerine kapı aralamak ve hakim ideolojileri sorgulamak bakımından etkisi olduysa da Türkiye çok hızlı savruldu. Alatlı’nın o dönem dile getirdiği görüşler, İslamcı aydınları okuyanların aşina olduğu konulardı. Nitekim Alatlı’nın yolu da neticede onlarla kesişti. Tayyip Erdoğan’ın katıldığı cenazesiyle sona eren yaşamının son yirmi yılında Alatlı, o etkilediği genç insanların düşünce dünyasında hiçbir varlık göstermedi. ‘Yerlilik ve milliyetçilik’ yolunda İslamcı muhafazakarlığın parçası oldu. Bana öyle geliyor ki ‘icracı bir aydın’ olma isteği, bu topraklara has bir şeyler inşa etme arzusu ve özgüveni o kadar güçlüydü ki bunu mümkün kılabilecek iktidarın yanında olmayı istedi ve sevdi. Okullar kurup yönettiğini biliyoruz… Çok kitabı yayımlandı ama aşikar ki Türkiye’nin kutuplaşması onu aslında hitap etmek istediği kitleden koparttı, bir daha hiçbir zaman ‘Viva La Muerte’ gibi etkili bir şeyler yazmadı, yazamadı.

VARLIK VERGİSİ VE 6-7 EYLÜL

Geçen hafta Levent’te yeni yapılan görkemli Barbaros Hayrettin Paşa Camii’nin büyük avlusundaki cenazenin uzun ve renkli bir hayat yaşamış birisi için tenha olduğunu söyleyebiliriz. Yılmaz Karakoyunlu’ya veda etmeye gelenlerin önemli bir kısmının eski ya da daimi sağ siyasetçiler olduğunu düşündüm. Bazı devlet görevlilerini yanlarındaki korumalarından ayırt etmek mümkündü. Çok az kadın vardı. Edebiyatçı ise hiç yoktu. Oysa Karakoyunlu, ikisi epey ilgi görmüş ve sevilmiş dokuz roman, bir öykü kitabı ve çok sayıda oyun yazmıştı. Onun ‘Salkım Hanımın Taneleri’ ve ‘Güz Sancısı’ romanları yakın tarihimizin azınlıklara yönelik iki büyük trajedisini herkesten önce konu alan ve epey de popüler olan iki kitap. Her ikisi de sinemaya uyarlandı.

Bu kitaplarında devletin ve muhafazakar siyasetin (kendisini liberal olarak tanımlasa da..) içinden gelen biri olarak, tarihimizin utanç verici olaylarıyla hesaplaşmaya girişmişti. Diyebiliriz ki bu romanlar Türkiye’nin Varlık vergisi ve 6-7 Eylül olaylarıyla yüzleşmesine bir tür genel kabul kazandırdı.

Varlık Vergisi’ni anlatan ilk romanı ‘Salkım Hanımın Taneleri’ 1989’da Yunus Nadi Roman Ödülü aldı. Azınlıkların devlet eliyle yoksullaştırılıp sermayenin Anadolu’dan gelenlere aktarıldığını anlatan, insanların acımasızlığını ve açgözlülüğünü simgesel yanı da güçlü inandırıcı karakterlerle vurgulayan bu romanla yazar olarak önemli bir varlık göstermişti Karakoyunlu.

Daha sonra gelen ‘Güz Sancısı’nda ise 6-7 Eylül olaylarını bir aşk hikayesiyle birlikte anlatmıştı. Kitapta anlatılan Konyalı muhafazakar ve zengin bir aileden gelen Galatasaray Lisesi’ni bitirmiş tıbbiye talebesi Behçet, Beyoğlu’nda hayatı keşfederken Ester’e aşık olur. Bu bir tür Beyoğlu romanıdır aynı zamanda… Refik Lokantası’nda yemek yer, Ses Tiyatrosu’nda temsil izler, Saray Muhallebicisi’nde buluşurlar …

Tek tek sokakları, unutulmuş mağazaları, kiliseleri, kahveleri hatta apartmanlarıyla Beyoğlu ve 1950’lerin İstanbul’u bu kitabın başrollerinden birini üstlenir. İlk kitabında olduğu gibi burada da gerçek tarihi kişilikler yer alır. Başvekil Adnan Menderes ve dönemin siyasetçileri olaylara seyirci kalan siyasi sorumlulardır. Roman karakterleri ise duyguları, konuşmaları gündelik hayatlarıyla tam da o zamana aittirler.

Karakoyunlu’nun edebiyatını bugün biraz ağdalı bile bulabiliriz. Mesela, aşkını babası Hacı Kamil Efendi’ye nasıl söyleyeceğini düşünen Behçet’in sıkıntısını, yaşadığı günlerin atmosferiyle harmanlayarak şöyle anlatır: “Güz sancısı, meşe dallarında turuncu yapraklar gibi asılmıştı. Mayası bozuk tabiat, bu sancıyı hissettirecek her şeyi kullanıyordu. Yeşillik, kendisini parçalayacak noktaya gelmişti. Turuncular, üzerine bir bela gibi çöküyordu… O delice çöküş öylesine acıydı ki, ayıpları ortaya döken bir ihanet gelip hemen etrafı sarmıştı.”

Yılmaz Karakoyunlu’nun kendisi de böyle birisiydi. Türkiye onu Anavatan Partisi’nin kurucularından, milletvekilliği, bakanlık yapmış bir siyasetçi olarak tanıdı. Siyasal mezunuydu ve Amerika’da okuduktan sonra Maliye’de, DPT’de sonra özel sektörde çalışmış iddialı bir iş insanıydı. Ama sanıyorum ki en büyük merakı edebiyattı. Onunla sohbet ederken, konuları, tarzı, seçtiği kelimelerle geçmiş ve bir daha gelmeyecek insanlardan biriyle olduğunuzu anlardınız. Geç bir yaşta hız kazanan yazarlığını ilerleyen yaşına kadar sürdürdü. Ölümünden kısa süre önce Doğan Kitap’ta yeni kapaklarla yeni baskılarını yaptığımız ‘Salkım Hanımın Teneleri’ ve ‘Güz Sancısı’ romanlarını merakla beklemişti. Onları, torunlarına bırakacağı en önemli hatıralar olarak gördüğünü biliyorum.

Romanlarında Atatürk suikastı, Şeyh Bedrettin, Nazım Hikmet ve Yahya Kemal, mübadele, medya düzeni gibi farklı konuları anlattı. Hep benzer bir edebi üslupla, biraz tanıklıklar ve çokça düşünceyle. Bilgi vermek, belli bir tarihsel ve siyasi yaklaşımı aktarmak için yazılmış olsalar da karakterlerin zenginliği, kurgusu ve diliyle onun kitaplarının ‘düşünce romanı’ olmanın ötesine geçen lezzetli eserler olduğunu söylemek gerekir.

Karakoyunlu’nun bir roman karakterinin ‘manayı tesadüfe bırakmıyorsunuz’ sözü hep aklımda… Kendisi de manayı tesadüfe bırakmayan bir yazar oldu. Bu mana edebiyatının önüne geçti. Ama bugün hala zevkle okunacak kitaplar bıraktı ardında.


Cem Erciyes: Gazeteci, yayıncı. 1971 doğumlu Cem Erciyes, İzmir Bornova Anadolu Lisesi’ni ve Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. İstanbul Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler dalında yüksek lisans yaptı. Gazeteciliğe 1992’de Dünya Gazetesi’nde başladı. Dünya Kitap dergisi ve kültür sanat sayfalarında çalıştı. 1997 yılında Radikal’e geçti. Kültür Sanat Editörü ve Radikal Kitap Eki Yayın Koordinatörü, Ek Yayınlar Yönetmeni gibi görevler üstlendi… 2016 yılında Doğan Kitap’ın yayın direktörlüğünü üstlendi. Halen bu işi yapıyor. Çeşitli dergi, gazete ve internet sitelerinde yazıları yayımlandı. TRT’de, Açık Radyo’da kültür sanat ve tarih programları hazırladı, sundu.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Cem Erciyes Arşivi