Bağırmak, abartmak ve kendini haklı görmek

Fikirlerin ve çalışmaların ön planda olmadığı, fakat manşetten bağırarak söylenen yüksek sesli sözlerin karşılık bulduğu bir ortamdayız. Kaostan beslenmenin kazanç haline geldiği bir ülke haline dönüştük.

‘’İnsanların çalışarak öğrendiği birtakım sanatlar vardır; bunların kökü görgüdür, görgüye dayanarak yaşayanın hayatı bu bakımdan sanata uygun olur, oysa görgüye uğraşmaya dayanmadı mı yaşayışın ne yön alacağı belli olmaz.’’

Socrates

Galiba bu yazımda günlük yaşam içinde yaşadığım yılgınlıkların yansımalarını bulacaksınız. TV izlerken, yazılı medyayı takip ederken, sokakta yürürken bile yazımın başlığının psikolojik etkilerini yaşıyorum. Muhtemelen benzer durum çoğumuz için geçerli.

Geçenlerde tesadüfen bir yemek programına denk geldim. Yemek yapmayı ve yemeyi, bir kültür ve bir nevi ibadet olarak gören biriyim. Etle, sebzeyle veya balıkla yapılan her yemek mideye indirilmeden önce belli bir saygıyı hak eder. Yemek yapmak emek gerektirir ve yaparken verdiğin bu emek ve ruh hali yemeğin lezzetini belirler.

Yemek yapan yarışmacılara üst perdeden bağıran programın duayen aşçılarını gördüm. Programın, yarışmacıların yaptığı yemeklerin başarısından öte, üsten bakan tavır üzerine kurulduğu ve böyle olduğu için izlendiği çok belliydi.

Bu yetmiyormuş gibi daha amatör insanların masa etrafında toplandığı ve daha yemeğin tadına bakılmadan kavga edilen yarışmaların reyting aldığı bir ülke haline dönüştük. Yani bağırmanın ve abartılı sözlerin karşılık bulduğu ülke siyasetinin yansımaları, yemek programlarında bile yaşanıyor. (Bu arada bir yarışmada balık üzerine reçel türevi eklemeler yapılmıştı. Balığa bu tarz eklemeler yapılmasını ihanet olarak kabul ederim. Söylemeden geçemeyeceğim)

TV programlarındaki formatlara bakıldığında en fazla reyting alanların şiddet içerikli olduğunu görüyoruz. Bu programlar, az düşündüren ama çok fazla raconun kesildiği, bir yandan da satır aralarında günümüz Türkiye’sinin iktidar anlayışının algılarına hizmet eden yayınlar.

Kabul edelim ki farklı olmayı kavga ederek, bağırarak ve abartılı tarzda ifade etmenin maalesef kabul gördüğü bir yeni Türkiye oluştu.

Ülkenin siyasetini ve dış politikasını ’’Kurtlar Vadisi’’ dizisiyle tanımlayan büyük bir kitlenin, şimdi de tarikatlar konusunu yeni dizilerle fark edip, kafasında şekillendirdiğini üzülerek görüyoruz.

CİNNET GEÇİRMEK

Gerçekten ülkenin ekonomik şartlarına ve demokrasinin geldiği hale bakınca kocaman metropollerde saatlerce trafikte kalarak eve gelindiğinde bu tarz programları izliyor olmak açıkçası benim çözemediğim bir konu. Gün geçmiyor ki cinnet geçiren insanların acı haberlerini medyada okumayalım. Ne yazık ki kaostan beslenmenin kazanç haline geldiği bir ülke haline dönüştük. Siyaset dilinin tüm bu hal üzerinde ciddi etkisi olduğu net.

SEÇİM SÜRECİNDE BAĞIRMAK

Seçim kampanyasının içindeyseniz kendi siyasi yapınız dışındaki diğer yapıların çalışmalarını daha fazla takip ediyorsunuz. Biraz da algıda seçicilik devreye giriyor. 2014 yılında seçim çalışmalarına HDP’den Belediye Meclis adayı olarak katılmıştım. HDP olarak ilk girdiğimiz seçimdi. Mütevazi bir hoparlör ve mikrofonla seçim çalışmaları yürütülmüştü. Bu süreçte en aktif olduğumuz yer Kadıköy’deki yeni iskele önündeki meydandı. Daha sonraki seçimlerde burada küçük bir çadır kuruldu. Çadır sonrası birçok siyasi parti bu alanın önemini bilerek burayı siyasi propaganda alanı olarak kullanmaya başladı.

Her siyasi yapı belli bir süre boyunca sırayla müzik açarak birbirine saygı gösteriyordu. Fakat bugünlerde artık her siyasi yapı kendisini öne çıkarmak için çok daha büyük ses düzenleri kurmaya başladı. Bu yetmezmiş gibi hem iktidar hem de ana muhalefet büyük arabalar getirerek barkovizyon ya da yüksek sesli düzenlerini kurdu. Sözlerini yüksek sesle, daha geniş ve lüks araçlarla anlatmanın seçimin kazanılması açısından önemli olduğunu gördü.

Ne yazık ki bu garip israf, ses şiddetinin yok sayıldığını gösteriyor. Abartılı ses düzenlerinin ve bir kaçak kat boyutundaki otağların (çadır demek bence hata olur) toplumun psikolojisi üzerindeki etkisi ve siyasetin uzlaşarak yarışma geleneğini yok ettiği görmezden gelindi. Toplumsal kutuplaşmanın özetini Kadıköy meydanında görülebilir.

SEÇİMLERDE İSRAF

Geçen gün DEM PARTİ İstanbul çalışmasında materyallerle ilgili bir tartışma yaşandı. İstanbul İl EŞ Başkanımız, il saymanlığının da etkisiyle yapılacak pankartların asgari düzeyde olmasını önerdi. Başta buna içimde bir itirazla yaklaştım fakat tam olarak bu bizim siyasetimiz. Kâğıt fabrikasının dahi özelleştirip dış ülkelere satıldığı bir ülkede, kocaman binaların donatılmasına, kocaman pankartlara ve abartılı el broşürlerin yapılmasına en çok karşı çıkanların bizler olması gerektiği ortada diye kendimle tartıştım.

Tabii bizim gibi ekonomik sıkıntı yaşayan tüm halkların bu büyük israfa tepki vermesi gerektiğini düşündüm.

Asgari ücretin ve emekli maaşının bu kadar düşük olduğu bir ülkede abartılı seçim araçlarıyla siyaset yaparak her yere kocaman pankartlar koymak, ekmek alırken bile ekonomik durumunu düşünen bir halkın karşısında hayatlarında hiç yapamayacakları ve yiyemeyecekleri yemeklerin programını yapma hadsizliğinin bir benzeri gibi geldi açıkçası.

Aristo, “En bedbaht millet, kaleleri ayakta iken kültürü ve ahlâkı harabe olan millettir demiş. Kültürel yozlaşma beraberinde doğal olarak kültürün ve ahlâkın harap olmasını getirir. Ben aslında tüm bu sorunların sebebinin Aristo’nun bu sözünde gizli olduğunu düşünüyorum.

Tekçi tarih ve eğitim anlayışının, diğer tekçi anlayışların ve tekçi inanç sembollerinin getirdiği dejenerasyonun yansımalarını her alanda fark ediyoruz. Bu yansımalar, yeni yapılan lüks kocaman ama işlevsiz devlet binalarında da görülüyor. Bu dejenerasyon, ırkçı, milliyetçi ve kafatasçı garip yaklaşımların artmasına da vesile oluyor.

SİYASETTE SÜREKLİ BAĞIRMA

Siyasetin eril hali o kadar kabul görüyor ki fikirlerin ve çalışmaların ön planda olmadığı, fakat manşetten bağırarak söylenen yüksek sözlerin karşılık bulduğu bir ortamdayız. Büyük görkemli yapılar yaparak güçlü devlet imajı ve algısı siyasi bir yöntem haline gelmiş.

Sayın Erdoğan’ın emekli maaşlarıyla ilgili ulusa seslenişindeki ses tonlaması muhtemelen dikkatinizi çekmiştir. Bu açıklama şekli bu yöntemin en bariz örneklerden biri olarak görülebilir. “Emekliler yılı” gibi göz boyayan güzel bir cümleden sonra emekli maaşlarının 10 bin gibi çok düşük bir rakam olmasını bile yüksek sesle ve keskin cümlelerle anlatma şekli, müjde verme algısı yarattı.

Bu algı sayesinde emeklilerin tepki vermediğini söyleyebiliriz. Bazılarımız tepki vermemenin nedenini korkmakla açıklayabilir fakat ben bu açıklamayı yeterli görmüyorum. Bana göre esas sebep iktidarın, yüksek ses tonuyla algı yaratmayı iyi becerebilmesi. Sadece Sayın Erdoğan’ın değil, Sayın Bahçeli’nin de grup toplantısında ses yükselterek, Her ceviz yuvarlaktır, her yuvarlak ceviz değildir’’ gibi hiçbir karşılığı olmayan sözlerine alkış aldığı, garip bir döngünün içindeyiz.

Mütevazılığın bir zayıflık olarak görüldüğü, bağırmanın, abartılı davranışların ve şiddetin var olduğu bir ülkede artık ne sanat kalır ne de kültür. Bunun önüne geçmenin tek yolunun inatla gerçek sanatı ve gerçekçi kültürel çalışmaları artırmaktan geçtiğine inanıyorum.

Tartışırken dahi mütevazılığın korunmasının bir erdem olarak kabul edildiği günlerin geleceği umudunu korumak istiyorum. Bu nedenle elimizi kalbimize götürüp sade ve fikri gücü olanların yanında olmaya devam edelim. Mutlaka mütevazi olmak, fikri güç sahibi olmak sonunda kazanacak.

***

8 MART KADINLAR GÜNÜ

Coğrafyadaki ilk feminist çalışmaların mimarı olan Elbis Gesaratsyan, Sırpuhi Düsap, Zabel Asadur, Zabel Yesayan ve Hayganuş Mark’ı hatırlatmanın önemine inanıyorum. Coğrafyanın en zor şartlarında bu mücadelenin ateşini yakmışlar. Selam olsun!

Elbette coğrafyanın en büyük acısını 1915’te yaşayan Ermeni kadınları da selamlamak istiyorum. Bugün “Benim ninem Ermeni’ydi” diyen arkadaşların kendi tarihiyle yüzleşmeleri gerektiğini bu vesileyle hatırlatmak doğru olacaktır.

Coğrafyadaki değişimlerde hep öncü olan ve en ağır bedelleri ödeyen kadınların 8 Mart Kadınlar günü kutlu olsun.

Կին, Կեանք, Ազատութիւն - Gin, Gyank, Azadutyun!


Murad Mıhçı: Ermeni yazar, siyasetçi, aktivist. 1975’te İstanbul'da doğdu. 2010’da Eşitlik ve Demokrasi Partisi Parti Meclis üyesi oldu. 2014’te İstanbul Halkların Demokratik Partisi İl yönetiminde görev alıp basın sözcüsü görevini yürüttü. 2015 yılında yapılan 7 Haziran ve 1 Kasım seçimlerinde HDP İstanbul 1. Bölge Vekil adayı oldu. 2016 ve 2017 'de Halkların Demokratik Partisi 2 Kongresi’nde Parti Meclis ve Merkez Yürütme Kurul üyesi görevlerini üstlendi. Halklar İnançlar ve Genişleme Komisyonlarında çalışma yürüttü. Turnusol, Agos Gazetesi (misafir yazar), Demokrat Haber'de yazarlık yaptı. ''Yeniden İnşa Et '' kitap yazarlarından. Şu anda DEM PARTİ Parti Meclis ve MYK üyesi. Göçmen ve Mülteciler Eş Sözcüsü.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Murad Mıhçı Arşivi