Bir Türkiye dizisi: İnci Taneleri

Yılmaz Erdoğan’ın son dizisi “İnci Taneleri” izleyiciye yapay bir cennet sunuyor. Süper kahraman, daha doğrusu süper şair, süper terapist gruplar arasındaki çatışmaları, efsunlu sözlerle önlüyor. Kısacası sanat bir abartıdır ama her abartı sanat değildir.

Türkiye’deki televizyon dizileri son yıllarda epey ses getiriyor. Hem toplum tarafından algılanması bakımından hem de işlenen konuların güncelliği üzerinden epey tartışma yürütülüyor. Yılmaz Erdoğan’ın (YE) son dizisi “İnci Taneleri”ni de kızarak, tepki duyarak takip eden arkadaşlarım var. Aslında beğendiklerini kendilerine bile itiraf edemeyen arkadaşlarım. En başta YE’ın bir dönek olduğunu düşünüyorlar. Sistemle uyumlanarak barışan, kendi kültürüne sırtını dönen “eski solcu abi.” Eskiyen birçok şey gibi çok değerliyse tarihi eser, nostaljik obje, bellek işlevi üstlenen anımsama objesi olanların korunması, saklanması işe yaramayanların da çöpe atılması.

Yine de YE meselesinde bir karışıklık söz konusu: beğenilen ama ürküten obje. Diziyi izleyenler dizideki kişilerle (kahramanla) özdeşleşerek, kahramanın yerine kendisini koyarak dizinin işleyişine ve kurgusuna dahil oluyor. Her izleyici o filmin/dizinin içindedir de biraz. Oysa İnce Taneleri’ni izlemek ve onunla özdeşleşme fikri ürkütüyor. Bir filmde Hitler’i izlerken özdeşleşme çok zor. YE ise biz’den biri, ortak kültürel konuları işliyor, toplumsal tutumları sergiliyor. Ortak kültürel bağlar üzerinden onunla yakınlaşmayı, özdeşleşmeyi kolaylaştırıyor ve YE benzeri solcu abiler de kendilerini/söylemlerini/duyarlıklarını/lirizmi buluyorlar. Yani ona çok yakın oluyorlar. Bir yanıyla bu ürkütücü bir şey, çünkü YE öteki tarafın, yani iktidarın adamı. O biraz nefret objesi biri. İhanet etmiş gibi algılanan biri. Böyle birini beğenmek de dolayısıyla insanda iç çatışmalara neden oluyor.

Filmler insanı çeşitli hikâyelerle besler ve psikanaliz, psikolojin dışında insan’ı anlama imkânı verir.[1] Sanat bunu yaparken toplumdaki normları zorlar… YE’nin anladığım kadarıyla böyle bir derdi yok. Bu bir yönüyle sanatsal ölçünün aşağıya çekilmesi ve popüler kültüre katkı anlamına da geliyor. Dizi şimdilik yalnızca “Dilber dansı” ve pavyon hayatının magazinleştirilmesini sağlamış görünüyor. Filmlerde dizilerde normal/düz ve dürüst insanlar hoşumuza gitse de daha çok karmaşık kişilikli olanlar ve negatif ya da pozitif kahramanlar ilginç geliyor. Onun için katililer, kabadayılar ya da karmaşık, birbiri içine karışmış aşklar daha çok izleniyor. Son dönemlerde film ve dizi kahramanları terapistler aynı zamanda. Filmler bu anlamda çok belirgin bir biçimde “iç dünyanın görselleştirilmesi”[2] gibi.

Cenneti çok özlemişiz. Cennet, çelişkilerin, çatışmaların olmadığı yer… Cennetin en önemli özelliklerinden biri de kötü ve kötülüğün dışarıda tutulmasıdır. Cennet kötü’süz ve kötülüksüzdür. Cennet harmoninin en yüksek olduğu yerdir. İnsanların mekânla ve birbirleriyle harmoni içinde yaşadıkları yer. Öteki’nin öteki özelliklerinin olmadığı hal. Cennetvari çözümleri olan ve vaatte bulunan filmleri romanları seviyoruz… Toplumun düşmanca kutuplaştırıldığı bir ülkede cennete özlem çoğalıyor. Ve cenneti andıran çağrıştıran anlatılar dikkat çekiyor. İnci Taneleri de bir yapay cennet sunuyor. Tarihte ve günümüzde gerilim ve çelişki alanları var: zengin/yoksul, kadın/erkek, köylü/taşralı/kentli, cahil/eğitimli, Türk/Kürt, Müslüman/gayrimüslim gibi. Bu gruplar arasındaki gerilim son yıllarda düşmanca kutuplaşmalardan ötürü toplumda paranoyak, kuşkucu eğilimleri yoğunlaştırdı. Bu durum aynı zamanda harmoniye özlemi de çoğaltıyor. YE bu dizide bu harmoniyi sunuyor. Bu gruplar arasındaki çatışma efsunlu sözlerle önleniyor.

FİLM KAHRAMANLARI

Bebeğin/çocuğun istekleri sınırlıdır. Karnı acıkır ama her olumsuzluğu anlamaz, anlamlandıramaz. Her olumsuzluk bir facia, varoluş korkusu yaratır. Anne, her insanın ilk kahramanı… Kötüyü, olumsuzu dönüştüren kişi. Çocuk için anne mucize sahibi olan, müthiş güçlü kişidir. Anne mutlak gücü olan, her şeyi yapmaya muktedir kişidir. Süper kahraman yani. Mutlak güç fantezisi aslında o dönemde çocuğun arzularını çeşitlendirir ve anne bu arzuları/gereksinimleri gidermek için yeterli olmaz. Anne bir yetersizliktir artık… Anne gözden düşer ve çocuk yeni kahramanlar arar ve bu arzuyu birilerine projekte eder. Ve bu projekte ettiğini de masallarda, filmlerde, dizilerde bulur. Yani insan bu mucize sahibi olabilme fikrinden feragat etmez.

Kahramanlar içimizde oluşturduğumuz resimlerle, imgelerle ilgilidir biraz da. Kahramanlarla uğraşmak aslında içimizde oluşturduğumuz resimlerle uğraşmaktır[3] ve filmlerde bu resimlerle dışımızda karşılaşırız. Kahraman gereksinimi yetersizlikten ve çaresizlikten doğar. İnsanın sınırlılığı ön plandadır. Kahraman, bu sınırları geçen ve çaresizliğe düşmeyendir. Çarenin ta kendisi yani. Bazı kahramanlar “negatif kahraman”lardır.[4] Cüneyt Arkın, kavga eder, sorunun üzerine gider. Pasif kahraman bunları yapmaz. Mesela mitolojik figür narsist etrafında birçok olay gelişir. Ölüm, aşk, güç… Narcissos oysa pek bir şey yapmaz, suya yansıyan kendi görüntüsünü izler. Bazı kahramanlar sonsuz, hatta ölümsüz güce sahiptirler ama onların da bir zayıf yanı vardır ve buradan da bir şekilde vurulurlar. Mitolojik figür olan Achilles sadece bir yerden vurulunca öldürülebilir. YE’nin de zaafı geçmişi ve karısı vurularak öldürülen film kahramanının çocukları da kendisinin vurulduğu yer…

Mutlak iktidara konulan şerh gibidir bu zayıf yan ve tanrısal olanla araya çekilen sınırı gösterebilir. Bazı kahramanlar iki kişilikli/iki kişidirler,[5] normal bir hayat sürer ama ikinci bir kişi de olurlar. Örümcek Adam, Süpermen vb. böyle kahramanlardır… Şair, öğretmen, kadın ruhunu anlayan adam aynı zamanda pavyon müşterisidir. Birbiriyle bir arada olamayacağını düşündüğümüz özellikleri film aynı kişinin madalyonun iki farklı yüzü sergiler. Bir yanı yazı bir yanı da turadır evet ama birbiriyle haberlidir iki yan.

Film (dizi) çeşitli kahramanlıkları birleştirerek süper kahraman oluşturmayı dener. Negatif kahraman (eşini öldüren katil), pozitif/babacan kahraman, pasif kahraman… Dedektif dizilerini düşünelim. Kızını arayan, oğlunu kötülerden kurtaran polis bir kahraman. Filmlerde bu kahramanlıklar devleti, hukuku yanlarına alarak rakiplerine ahlaki üstünlük sağlarlar. Güçlüdürler çünkü devlet arkalarındadır. Toplumun değer ve normlarını savunurlar ve bu insanlarla izleyicinin özdeşleşmesi zor değildir çünkü izleyici için bu durum tanıdıktır.

Burada çocukça bir fantezi de var. Bazı kahramanlık fantezilerinde insan kötülüğü haklılığın sonucu adalet yerini bulsun diye[6] yaptığından cezalandırılmak istemez. İşte elinde silah ya da birilerini yumruklayan kahraman bunu adalet için yaptığından akan kan haklı nedenlerledir ve komiser birini öldürse dahi kanun adına cinayet işlediği için katil sayılmaz. Komiser akıllı ve ortalamanın üzerinde, dikkatli biridir. Yani seyircinin görmediği ayrıntıyı görebilen, seyirciden akıllı, daha dikkatli biri… Narsizmi hatırlayalım burada.

ŞAİR NARSİZMİ

Bu toprakların ozanları halkın dertlerini dile getirmişler, halkın dertlerine tercüman olmuşlar. Anadolu’nun böyle bir âşık geleneği var. Halkı aydınlatan, halka öğreten kişiler. Bu durumda öğretenler öğrettikleri konuyu öğreteceklerinden daha çok biliyorlar ve tercümanı oldukları konulara daha da hâkimler. Kimi zaman da halkın önderleri. Nesimi, Pir Sultan…

Bu geleneğin oluşması çok uzun yıllar sürdü. Bugün ise şairlere sadece şiir kalıyor. Bu aslında şairler için prestij kaybı da. YE işte bu eski geleneği sürdürmeyi deniyor. Süper kahraman. Daha doğrusu süper şair. Bir dizeyle asosyalliğe yola getiriyor. Süper terapist. Sınıfsal sorunu da fabrika yöneticilerine verdiği derste iki güzel cümleyle hallediyor. Binlerce yıllık sömürüye birkaç cümleyle çözüyor. Sanki toplumdaki sorunların kaynağı güzel söz eksikliği ve bu eksikliği de güzel söz söyleyen (şair) adam çözüyor. İşte bu türden bir masalın çekici yanları var.

Psikanalist Thomas H. Ogden, bir şiiri okurken şairle okurun iç içe geçtiğini anlatır. Başkasının şiiridir, duygusudur ama okurken ben’i katarım. Üçüncü bir şey olur. Yani ödipalleşir okunan. Şiirde şair var ve ben okuduğumda ötekini benimki yaparım. Ben okurum ses benimdir ama okunan başkasınındır… Bazı şairler var, şiirleri okuduğunda değil de başkasına okuduğunda ya da başkasına okuyormuş gibi okuduğunda daha etkili. Bu şiir başkasının adresine yazılır. Her sanat eseri bir anlamda alıcısı için de üretilir. Ama bazı eserlerde bu çok belirgindir. A. Behramoğlu’nu bir mitingde dinlemek ile şiiri yalnız başınıza bir odada okumak arasında şiirin bıraktığı etki arasında belirgin farklar vardır. Behramoğlu’nun şiiri bağırarak okununca daha etkili sanki. Yani Behramoğlu bir odada kendi halinde değil de binlerce insana bağırarak okunmak için yazmıştır şiirlerini. Mayakovski, Yevtuşenko şiirleri de sanıyorum böyle… Petöfi’nin Halkın Eğlenişi’ni anlattığı şiiri bağırarak okuduğumda daha etkili benim için. Brecht’in şiirinde sanki bilmece(ler) gizli. “Tam anlamadım galiba” hissi bırakıyor. Yani şiir bazen coşkusunu sese borçlu.

Oysa bazı şiirlerin başka bir şeye gereksinimleri var. Bazı şiirler müzikle daha etkileyici. Bazı şairlerin şiir kasetlerde, cd’lerde müzik eşliğinde şiir okumaları bundan galiba. YE da bu filmde şiirsel etkiyi artırmak için görseli, müziği kullanıyor. Bir sessizlik. Bu sessizliğe YE’ın Kadir İnanır bakışları ekleniyor. Bakışlarda yumuşaklık, sevecenlik, âşık bakışı yani… Sonra o dizeyi adeta patlatıyor. İşte bu dize gücünü aynı zamanda sahnelemeden de alıyor. Buradaki dize sansasyonel bir dize. Tiyatrocular ses, dil ve vurgu konusunda uzmanlar. Onlar bir şiiri okumuyor, bir şiiri canlandırıp sahneliyorlar da. Bazı ünlü şairlerin şiirlerinden oluşan oyunlar var (Nazım Hikmet, Orhan Veli vd).

Bir oyuncu olarak YE. işte şiirini oynuyor adeta. Bunları yapmak, kullanmak onun en doğal hakkı. Ben bıraktığı etkinin kaynaklarını anlamanın derdindeyim. YE unutmakta olduğumuz alim, efsunlu sözler söyleyen derviş, lider, her alanda uzman şair geleneğine dönüyor. Yani her konuda uzman, ağır ağabey… Şairlerin aşk uzmanı olduğu kanısını da adete yeniden dolaşıma sokuyor… Aşkı en iyi şairler yaşar gibi kanı yeniden aktüel oluyor yani. YE’ın şiirleri sevgiliye okunmak için yazılmış gibidir. Okuyan kendisine yazılmış hisseder. Yani dinleyince adrese teslim şiir algısı oluşur okurda. Yani bana yazılmıştır.

KOVBOY YILMAZ ERDOĞAN

Kovboy filmlerinde stilize edilen bir kahraman vardır. Sorunların çatışmalara dönüştüğü bir kasabaya yabancı biri gelir. O kasabadaki yatay ve dikey iktidar ilişkilerinde gücü elinde tutanlar her zaman olduğu gibi düzenlerinin bozulabileceği tedirginliğinden ötürü yabancıyı sevmez, dışlarlar. Bu yabancı başkalarının önüne çıkan her sorunu çözer. Kader bu ya… Bu kahraman yabancının geçmişini öğrenmeyiz. Geçmişi olmayan hayatı sanki bu kasabaya gelince başlayan yalnız adam. Arada bir de geçiş sahnelerinde başkasına dair sorunlar çözmekte çok becerikli olan bu adamın geçmişindeki travmalardan parçalar anlatılır. Aslında bu kahraman çeşitli nedenlerle kendi sorununu çözememiş ve bu çözemediği sorun bir travmaya dönüşmüştür. Ustalığını da aslında travmayla baş edebilme çabasında edinmiştir.

Çoğu kez de böyle değil midir? Kahramanlar, kurucular aslında ağır travmalar yaşamış insanların kendi travmalarıyla baş edebilme yöntemleri ve bu sürede olgunlaşmalarla yeni düzenler kurmazlar mı? Musa, İsa, Muhammed… Hayatlarına baktığımızda çeşitli travmalara rastlamaz mıyız? Mustafa Kemal de böyle bir değil midir? Travmayla beş edebilmek ve yeni travmalardan kaçınmaların getirdiği dönüşümler…

Sanıyorum Pasolini’nin bir filmiydi. Öğrencilik yıllarımda izlemiştim. Aileye bir yabancı dahil oluyor. Sıkıcı, mutsuz sıradan zengin bir aile… Yabancı olmanın, yabancıdaki “öteki” ve öteki’ne projekte edilen arzular ve bunun yarattığı egzotizm. Ailenin her ferdi bu yabancıya yakınlık gösteriyordu… Sıradan, sıkıntılı, sıkıcı, geleceksiz, umutsuz bir hayata gelen yabancı değil mi YE? Katil ama tam da katil değil… Mahkûm… Hapisten çıkmış birinden kaçınır onu biraz da kestirilemez bulmaz mıyız? Topluma entegrasyonu en zor gruplara dahil biri… Daha doğrusu toplumun kaçındığı, bulaşmak istemediği biri. Sanki mahkûm değil de psikoloji, sosyoloji, edebiyat profesörü… Yılmaz Güney filminde vardı bu sahne: “Bu kadar güzel konuşmayı hapiste mi öğrendin?” Haksız da sayılmaz. Bu ülkedeki en saygın entelektüel akademisi hapishaneler değil mi? Akıl danışmak, fikir sormak için sıkça gidilen yerler hatta. YE işte bu egzotik yabancı. Kasabaya gelen çeşitli konularda çok yetenekli kovboy. Kahramanlığı kıvrak zekâsı. Her konuya dair uygun bir dizesi var. İşte en çekici olarak sunulan bu yan benim için çok itici.

Sinema, görsel sanatlar analizi yapanlar meslektaşlarımın kendi karşı aktarımlarını da analize kattıklarını, gördükleri film sahneleriyle kendi çağrışım sahneleriyle bağlantılar kurduklarını biliyorum. Bu dizinin de ancak fragmanlarına ve internetteki kesitlerine bakabildim. Çok popüler olan romanlar, kişiler, şiirler, yapımlar beni ürütüyor ve uzak duruyorum. Şimdi de öyle. Ve bu sırada karşı aktarımlarımın sıkça bloke olduğunu, kendi duygularıma geçiş bulamadığımı fark ettim. Bu popüler olana baştan reddimle ilişkili olabilir… Ayrıca travmatik olaylarla karşılaştığımda da kendi duygularımın seline kapılmamak için, duygularımı biraz olsun denetleyebilmek için de duygularıma geçişte zorlandığımı biliyorum. Travmatik olanın reddi.

Bu yapımda böyle bir durum çok rol oynamıyor galiba. Aslı meselem galiba YE’ın iktidarın parçası olmasına tepkim ve onu reddetmeye yönelik tavrım. İnsanlar arasındaki yatay ilişkilerde oluşan sınırlı ve çerçevesi dar iktidarlar beni çok zorlamıyor. Yatay ilişkilenmelerimde ben de bu iktidar hiyerarşisinde bazen güç sahibi bazen güçsüz olarak bu durumları yaşıyorum. Yani yatay ilişkilerde görünmez ama var olan ilişkiler var. Ama dikey iktidar ilişkilerinde yani devletle, sistemle, tanrıyla iktidar ilişkileri yani bu tür iktidarlar beni itiyor. Sanat insanın kendisiyle, toplumla çatıştığı güç ilişkilerine eleştirel yaklaştığı yerlerde ortaya çıkıyor. Bu da yetmez, sanat kendisinden önce üretilmiş olanları da bilerek kendisine ekleyerek ve bunların üzerine kurulandır.

Hiçbir sanatçıdan muhalif olmasını bekleyemeyiz. Ama sanat iktidar olamaz. Olduğunda da sanat olamaz çünkü. Kendisiyle, toplumla, iktidarla derdi bitenler yaratıcılıkta zorlanırlar. Yani sanatçı derdi olan insandır. İsmet Özel’in şiirleriyle değil de sansasyonel saçmaladıklarıyla gündem olması bundan. Yavuz Bingöl’ü bitiren şey yalnızca dönekliği değil. (Dönekliği hakaret olarak değil de bir belirleme olarak kullanıyorum. Çıkar amaçlı insanın taraf değiştirmesi. Bazen bu çıkar parasal olmayabiliyor, narsistik çıkar içinde insanlar dönebiliyorlar.) Artık iktidar olması yani kendisiyle ve topluma savaşının bitmiş olması.

YE her ne kadar “solcu ağabey” tavrı ve söylemi içinde olsa ve kendisini bu solcu ağabeylikten beslenmeye çalışsa da artık sanat alanında iktidar. Olanakları, söylemi, yediği içtiği, yaşadığı… Asıl tükendiği yer de iktidarla kendi sanatsal iktidarını siyam ikizi yapması…

Bir insanla ilişki kurmakta zorlandığımda kendime bakıyorum. Kıskançlıklarıma, içimdeki hasede. Bu ilişkide aramızda oluşan güç ilişkisine. Kuşkusuz YE ünlü, bilgili, şair, komedyen, yapımcı, senarist vs. Yani güçlü, ünlü kıskanılacak biri, beğeniliyor da epey. Önceleri beğendiğim biriydi. Vizontele’de izlemiştik hepimiz. O filmde köyün divanesiydi… Divane, seme biri olması hoşuma gitti. Belki de o divanenin süper kahraman olmasını içime sindiremiyorum. O sadece divane Keloğlan, Kemal Sunal olarak beğenilsin ama Kadir İnanır gibi beğenilmesin istiyorum. Kadir İnanır gibi beğenilmesinde aşk, romantizm, karşı cinsin hayranlığı gibi ağır rekabet konuları ve geçilme korkusu da var galiba… Burada belirteyim. Ben derken bu ben sadece ben değilim. Sizlersiniz de… Karşıaktarımda zorlandığım yer burası galiba. Karşıaktarım yakınlık kurmak, duygusal ilişkilenmek demek. Ben bu tür insanlarla duygusal yakınlık kurmak, bunlara bulaşmak istemiyorum.

Kovboy filmleri erkeklerin erkekler için yaptığı filmlerdir. Kadın izleyicilere sadece bu erkekleri beğenmek düşer. Bu filmlerdeki kadınlar sadece kadınlardır, kadınlıkları üzerinden ancak değer bulurlar. Kadınların önemsizliğinin gerekçesi de kahramanla aralarındaki mesafeyi çoğaltmak ve süper kahramanlığın altını çizmek içindir. Bu filmdeki kadınlar da hayatlarıyla baş edemeyen, kadınlıkları, annelikleri, ilişkilileri sorunlu kadınlardır ve filmin kahramanı bir Mesih bu meseleleri şipşak halledebilir. YE da burada tamircidir. Girdiği ortamı, ilişkileri sözleriyle onaran adam. Beceriksiz, başarısız kadınları onaran, düzelten adam.

KARMAŞIK AŞKLAR/KUŞAKLAR ARASINDAKİ SINIRLARIN YOK OLMASI

Modern aşk anlayışımızda “normal” her kuşağın kendi kuşağındakine âşık olması, beğenmesi. Yani 20 yaşındaki bir insanın 18-23 yaş aralığına bakması. Halbuki birincil aşk, ilk aşk anne aşkıdır. Çocuk kendisinden çok yaşlı kadına/anneye aşıktır. Kız çocuklar daha sonra aşk objesini değiştirir, babaya da âşık olurlar. Yani bir kadının aşk diye bildiği aşk çoğu kez üçüncü aşkıdır. Aşk her ne kadar “en” (en güzel, en akıllı, en tatlı, en duygulu) yüksek duygu gibi ifade edilse de en’den de önce en’ler vardır. Belki de aşktaki güvensizlik en’in asla en olamamasındadır. Ve aşkta insanlar bu en’i sahi en yapmak çabasındadırlar. Ama zaman burada tersine işler. Çünkü zamanla insanlar hayatlarındaki en’leri relative eder, gerçeklikle karşılaşırlar.

Dizide her kuşaktan insanın sevgilisi, ideali YE. Ders verdiği kızın bile ideal baba konumundaki sevgilisi. Burada da zaten kaydırma var. İdeal olmayacaksa ideal olan duygularımızı başka birine kaydırarak onunla yaşayalım bari. Ortalama hiçbir insanın böyle bir ilişki ağı olamaz…

Marjinal gruplar, pavyonlar, konsomatrisler, mafyalar, tamirciler, yoksullar, zenginler, çocuklar, gençler, orta yaşlılar, yaşlılar, cahiller ve alim… Bu kadar farklı grubun alim saydığı bir kişi yoktur aslında ve bu kadar farklı gruplar arasındaki ilişki dinamiklerinde de gerginlikler, çelişkiler var. Yani bir grubun idolü diğer grubun nefret objesidir çoğu kez. Bu dizide sanki bu dinamikler yokmuş gibi süper kahraman her grubun kahramanı olabiliyor. Özlediğimiz gruplar üstü ortak bir değer ya da değerler sistemini sembolize edecek bir kahraman.

Dizide çok belirgin bir hiyerarşi de var. Tarık Akan’la Filiz Akın sevgili olur, aralarındaki fark (statü, parasal, eğitim, taşralı/ kentli gibi) aşkla ardan kalkar, birden eşitlenirlerdi (en azından görüntüde). Bu dizide ise hiç kimse YE’la göz hizasında değil. Eski eş var ama o da öl(dürül)müş. Yani imajiner biri, reel değil.

Yüceltilen iki çocuk var: narsistik projeksiyon. Böyle süper bir babanın zaten süper çocukları olmalıdır. Ama babanın yokluğunda yanlış yola sapmışlar, bazı şeyleri yanlış anlamışlardır, çünkü doğru baba eksikliği buna sebep olmuştur. Diğer kahramanlar erkek ve kadın olarak eksiktirler. Eskiden kalma arkadaşları Güven Kıraç ve Yasemin Baştan evliler. Fragmanlarda Yasemin Baştan’ın ideal erkeği YE ama Güven Kıraç’la idare ediyor sanki. Bu birçok insanın realitesidir: filmlerdeki artistlere âşık olup komşulardan ya da kuzenlerden biriyle evlenmek. Altruistik geri çekilme (altruistische Abtretung) diye psikanalizde adlandırdığımız bir savunma mekanizması var. Fedakârlık, kendini kurban etmek gibi bir şey… Yasemin Baştan’ın karakterini buna benzetebiliriz. Sana ulaşamayacağım, ama senden de vazgeçmek istemiyorum. Seninle evlenmeyeceksem başka bir biçimde sana yakın olmak istiyorum. Sen idealimsin. O zaman sana başka türlü yakın olmayı tercih edebilirim. “İstersen gardaş olurum/Merak etme sen” hali yani… Sevgili olmayacaksan bacı gardaş olalım ve böylece birbirimize başkalarından daha yakın olalım. Bacı/kardeşlik ensest tabudan ötürü gereksiz kıskançlıkları da lüzumsuz hale getirir.

YE dizide her kuşaktan, her toplumsal gruptan kadınların hatta erkeklerin aşkı… Burada aslında erkek egemen toplumunun maço erkeği tiplemesi yok. Daha çok yumuşak, müşfik, sevecen, tehlikesiz, yani erkek egemen toplumda dişil özellikler olarak bilinen vasıfları olan biri. Yani erkekte dişilikle karşılaşıyoruz. Kadınlar kastre edilmiş/olmuş tehlikesiz kadın gibi bir erkeğe de âşıklar. Yani kendilerinden biri. Homoerotik bir aşk bir yanıyla. Tehlikesiz birinde kendileriyle aynı zamanda da ötekiyle karşılaşmak gibi bir şey. Dilber dansı fenomen olurken YE aerotik, aseksüel bir erkek… Herkesin Dilber’e dilber gibi baktığı bir ortamda YE başka bakıyor. Bu başkalık işte çekici ve ötekilerden ayıran durum. Aseksüel aşklar bize çok tanıdık. Dizi-film kültürü kodlarımızda bu var zaten…

Eskinin aşk filmlerinde Ediz Hun’la Türkan Şoray bir ağaç altına birbirlerine sarılarak denize bakarlardı. Aseksüel, aerotik aşklar. Hakiki aşk zaten aseksüel aşktı. Cinselliğe sıra gelince sahne değişir ya da film biterdi. Öpüşmenin yasak olduğu el ele yürümenin pornografi sayıldığı bir Yeşilçam. Pavyonda kıvrılan dilbere Dilber olarak (sadece dişi de değil, daha fazlası olarak) bakmak. İşte bu aseksüel ve aerotikliğin oluşturduğu çekim. Bu çok çekicidir. Erkeklerin bakışlarından, elinden kaçan ve sürekli tedirginlik yaşayan kadınların yaşadıkları realiteyi tersine çevirme fırsatı. Tehlikesiz, çekingen bir erkeği kovalamak, cinsel yönden sıkıştırmak… Yaşanmışlıkların intikamını haz içinde alabilme fantezisi belki de.

Eskiden filmlerin bittiğini anlamayacağız kaygısıyla ‘son’ yazarlardı ve biz bittiğini anlardık. Eğitimin amacı insana şekil vermek, terbiye/ıslah etmek… Ama bu sanatın amacı değildir. Ebeveynler, öğretmenler, eğiticiler bu işin uzmanları… Filmlerin amacı bir hikâye anlatmanın ötesinde insanları eğitmek, mesaj vermek, ‘doğru yolu’ göstermekti. Cahil halkı eğitmekti amaç. Filmdeki diyaloglar oyuncular arasında geçiyor gibi görünse de biz izleyicilere hitap edilirdi. Biz bir hikâyeyi değil de bize söyleneni izlerdik. Bu tür filmler bizi eğitilmesi gereken öğrenci yapar ve filmin kahramanları da alim olurdu.

YE bu narsistik pozisyonu üstlenmiş. Filmde birbirine düşman durumlarda (kuşaklar arası çatışma, gruplar arası çatışma) çatışma önleyici mekanizma görevi üstleniyor. Asosyal çocukları sosyalleştiriyor. En önemlisi de insanlara halk evi öğrencisi gibi sevmeyi öğretiyor. Eş, aile, terapisti, sosyal terapi yapıyor… Filmin efsunu da herkesin dönüşebileceği. Kendisine YE gibi iyi bir terbiyeci bulan herkes dönüşebilir. YE şiirleriyle filmdekileri hizaya getiriyor… Bazı kahramanlıklarda aslında bir başarısızlık öyküsü gizlidir. Cenklerde ölen kahramanlar aslında yenilmiş kahramanlardır. Ama savaşarak kanlarının son damlasına kadar savaşmışlar ve yenilmişlerdir. Onları kahraman yapan da bu yenilgidir. Kahramanlıkla bu yenilgi gizlenir.

Çoğu kez eğlenmek sıradan, basit olanla barışıkla mümkün. Türkü söylemek, dans etmek, çakır keyif olmak direnme biçimi, asilik biraz da. Sıradan, basit filmler çok eğlenceli olabiliyor. Yıllardır toplumdaki gerilimler… Çatı kaşlı halimiz… Eğlenmek hafiflik sayılıyor… Biraz hafif olmayı başarmak gerekli belki de…

SON

Sanat bir abartıdır… Ama her abartı sanat değildir… YE (bana göre) çok abartmış…


[1] Niklas Gebele, Märchen, Mythen, Netflix [Masallar, Mitler ve Netflix] (Psychosozial Verlag, 2021), s. 14.

[2] Ralf Zwibel/Gerhard Weischede, Die Suche nach dem Stillen Ort [Sakin bir Mekân Arayışı] (Vandenhoeck&Ruprecht, 2017), s. 114.

[3] Wolfgang Schmidbauer, Die Ohnmacht des Helden [Kahramanların Çaresizliği] (Rowolt Verlag, 1981), s. 26.

[4] age, s. 31.

[5] Agy., s. 97.

[6] Agy. s. 205.


Şahap Eraslan: 1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin'de çalışıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi