Umut, Makbule Anne ve sokağın kalbi

Tüm ülkeyi cebe indirip, hırsızlıklarını alkışlatanlar, Umut’un, Makbule annenin bu ülkeye, halka duydukları sevgiyi, kurdukları yalanların darağaçlarına çekiyorlar.

Hukuksuzluğun ve adaletsizliğin işimize, sanatımıza ve canımıza musallat olmasından bıktık. Lanetle ve izahın tükendiği yerde küfürle anıp geçiyoruz “yüce” denilen makamların önünden.

Dertlerimizin en kahredici yanı anlatamamak değilmiş meğer, duyacak kimseyi bulamayışımızmış.

Dilde yara haline gelen vicdanımız, dudaklarımızın kenarında aninden kabaran uçuklarımız, sesimizin titreyişi, kelimelerimizin boğazımıza dizilmesi ne varsa yani yutkunamadığımız, hayata atılan bir kör düğüm olarak taşıyoruz onu.

Yalnızlık değil “kimsesizlik” diyor içimdeki bir başka ses.

Kaç zaman oldu bilmiyorum, içimde farklı seslerden konuşuyorum. Sesimi, itirazlarımı, suskunluğumu, öfkemi çekiştirip duran o şeyi sokağın kalbinde arıyorum. O sokaklarda sırtından vurulmuş ne kadar çok genç, ruhu paramparça edilmiş ne kadar çok kadın, işkenceden geçmiş ne kadar çok beden, coplanmış, kemikleri kırılmış, yüreği, inadı, umudu ezilmiş ne kadar da çok işçi var.

Şu ülkenin sokaklarında, mahallerinde, köylerinde, kasabalarında, şehirlerinde kim bilir kaç milyon terkedilmiş hayal var.

Kim bilir kaç şiir katledildi.

Kim bilir kaç öykü “yasadışı” yazılıp, baskınlar yedi, kaç roman kahramanı asılı bulundu darağaçlarında.

Kim bilir ne çok aşk ne çok yoldaş, ne çok slogan faili belirsiz kılındı.

Daha ağırı yok, daha beteri olmaz, daha acımasızı yaşanmaz derken, zulmün hayal gücünü ne kadar da küçümsemişiz meğer.

Asla vicdana gelmeyecek bir karanlığın hep tam ortasındaymışız oysa. Aklı ve yüreği yettiği kadar direnenlerin, akla ve yüreğe düşman ve vicdanını güç pezevenklerine gönüllü satmışlar karşısında ne kadar da savunmasızmış bilememişiz.

83 yaşında Makbule anneyi alıp götürmüşler evinden yine cezaevine. Makbule anne yüzde altmış engelli.

Makbule anneden korkarmış devlet meğer.

Makbule anne yaşının ve çektiklerinin tüm yükü ile bastonuna tutunuyor, elinde bir karanfil ile bakıyor öylece bizlere. Bakıyor çektiklerinden, çektirilenlerden…

Kederli kırışıklıklarına ninniler yerleşmiş, dilinde birkaç bin yıllık insanlık masalları, ve gözlerinde bir avuç gökyüzü…

Yıkılmasın diye bir tutam canı, sarılıyor hakikatin dermanına.

Kapısını çalan adaletsizlik, vicdansızlık “ben devletim” diyerek yapışmış yakasına.

Gencecik bir çocuktur Umut.

Henüz 17 yaşında.

Erken öğrenmiş o da vicdanın haksızlık karşısında gerçek bir adalet savunucusu olduğunu ve adalet istemenin devletin gözünde “yıkıcılık” olduğunu.

Halkın iradesine el konulmasın diye sokağa çıkmış. Van’a ses vermiş, Van’lı olmuş o gün Umut.

Çizgili küçük bir kâğıda “beni merak etmeyin gayet iyiyim. Üzülmüyorum. Başım dik” diye yazmış ondan haber bekleyen arkadaşlarına.

17 yaşında bir genç Umut. Şimdi cezaevinde.

Bilen bilir, insan bazen bir ses arar, bir ses düşünür, bir ses duyar gibi olur ve içine hayat yeniden bulaşır.

Bilen bilir, demir kapılar büyük gürültüyle her açılıp, kapandığında huzursuzluk ile heyecan birbirine karışır.

Resmi kıyafetler içinde devasa gözüken bütün o eciş bücüş gardiyanların arasında, tanıdık bir yüz arar insan.

Umut 17 yaşında.

“Üzülmüyorum, başım dik yazmış” arkadaşlarına.

Bu yaşta onu kelepçeyle, cezaeviyle, parmak iziyle, polisle, gardiyanla tanıştıran iktidar ne kadar da güçlü, ne kadar da büyük, ne kadar da yüce!

Şimdi hep bir ağızdan “bayrak, vatan, marş” diye ortalığı yıkıyorlar. Parmak sallayıp, dillerini çatallaştırıp tıslıyorlar üstümüze.

Ne kadar vatansever, bayrak sever, marş severler değil mi?

Tüm ülkeyi cebe indirip, hırsızlıklarını alkışlatanlar, Umut’un, Makbule annenin bu ülkeye, halka duydukları sevgiyi, kurdukları yalanların darağaçlarına çekiyorlar.

Ve biz, bizler “Üzülmüyorum. Başım dik” diyen o sesi duymayı, elinde karanfil bize bakan Makbule anneyi adaletsizliğe karşı savunma ne kadar da “hafif” karşılıyoruz.

Bir yerlerde yanlışız,

Bir yerlerde olmamış bir şeyler var.

Sormaktan ve tartışmaktan korktuğumuz her şeyin altında o gizli muhtemelen.

İnsanına, sıfatına, unvanlarına göre sıraya dizilen sesimizde, kelimelerimizde, cümlelerimizde var işte bir eziklik.

Tanığıyız işte hepimiz içimizin aynasının.

Aramızdan alıp götürülenler, aramızdan koparılanlar ve bir daha haber alamadıklarımız nasıl da Cumartesimiz oldu oysa.

Neyin değişip, değişmediğini, değişmeyeceğini düşünürken dönüp bakmalıyız geride bıraktığımız bin Cumartesi’ye belki de.

İnsan, hatırlamaya ihtiyaç duyduğu her şeyin nedeni aynı zamanda işte.


Akın Olgun: Siyasi nedenlerle 7 yıl tutuklu kaldı. 2002’de İngiltere’ye yerleşti. 2009-2015 yıllarında BirGün gazetesinde haftalık yazılar kaleme aldı. Gazete ve haber portalları aracılığıyla düzenli olarak okurlarıyla buluştu. Adları Saklıdır, Ecel Öyküleri, Karanfil Mevsimi, Kül Sesleri ve El Alem adlı kitapları kaleme aldı. Olgun’un “Sokaksızlar” (White) ve “İnat” “Farewell” (Veda) adlı öyküleri kısa metraj olarak beyaz perdeye aktarıldı ve senaryosunu yazdığı Fısıltılar (Whispers) adlı kısa metraj filmi Feel The Reel Uluslararası Film Festivali’nden üç dalda ödüle layık görüldü.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Akın Olgun Arşivi