Akademisyenlerin kaleminden umut öyküleri: KHK'lı Öyküler

Akademisyenlerin kaleminden umut öyküleri: KHK'lı Öyküler
Barış talep ettikleri için mesleklerinden ihraç edilen akademisyenler yaşadıklarını 'KHK’lı Öyküler’ kitabında bir araya getirdi. Kitabın öyküsünü Prof. Dr. Kuvvet Lordoğlu'ndan dinledik.

EMRE ÜNSALLI


ARTI GERÇEK - OHAL sonrası KHK’lerle mesleklerinden ihraç edilenlerin yaşadıkları dramlara ve mücadelelerine şahit olduk, hala da oluyoruz. Bilmediklerimizi ya da bildiklerimizin fazlasını Ömer Faruk Gergerlioğlu gibi hak savunucusu isimlerin kaleme aldığı makalelerden, sosyal medya paylaşımlarından öğrenmeye çalıştık.

Şimdi daha fazlasını öğrenmemiz ve yaşananları unutmamamız için, KHK'ler ile mesleklerinden ihraç edilen Kuvvet Lordoğlu, Özgür Müftüoğlu, Nejla Kurul, Gül Köksal ve İbrahim Kaboğlu gibi bir çok akademisyen yaşadıkları süreci öyküleştirdi ve ‘KHK’lı Öyküler’ kitabında bir araya getirdi.

Barış talep ettikleri için mesleklerinden ihraçedilen akademisyenlerin kişisel hikayelerinden oluşan ‘KHK’lı Öyküler’ kitabının öyküsünü yine KHK ile Marmara Üniversitesi'ndeki mesleğinden ihraç edilen Prof.Dr. Kuvvet Lordoğlu'ndan dinledik.


KHK ile Marmara Üniversitesi'nden ihraç edilen Prof. Dr. Kuvvet Lordoğlu

'MAĞDUR DEĞİLİZ, MAĞDUR ONLAR OLACAK'

Barış bildirisine imza koymaktan dolayı ihraç edilen Prof. Dr. Kuvvet Lordoğlu söze sorumuzdaki 'mağdur' vurgusunu düzelterek başlıyor. Zira mağdurluk Lordoğlu'na hiç bir umudu kalmayan insanları çağrıştırdığından "Biz mağdur değiliz, asıl mağdurlar bizi KHK'lerle mesleğimizden ihraç edenler olacak" düzeltmesiyle sözlerine başlıyor:

"İhraç edildik ama mağdur değiliz. Mağdurluk bana biraz artık hiçbir şeyi kalmayan insanları çağrıştırıyor. Akademisyenliğe devam ediyoruz. Yazmaya, çizmeye, öğrencilerimizle bir araya gelmeye devam ediyoruz. Dolayısıyla maaş aldığımız için akademisyen değildik. O yüzden mağdurluk hiçbir şey yapamamak gibi geliyor bana."

Prof. Dr. Kuvvet Lordoğlu, KHK ile ihraç edilen 'barış akademisyenlerinin' yaşadıklarını bir öykü gibi anlatan 'KHK’lı Öyküler’in hazırlık sürecinin en başından beri yer alan bir isim. Anlattıklarına kulak kesiliyoruz:

"Kitap sürecinin başından beri varım ama kitap projesini ilk akla getiren Filiz Arısöz adında bir arkadaşımız. Marmara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi'nden KHK ile ihraç edilen ve kitapta hikayesi olan bir arkadaşımız. Biz sadece bu öykülerin bir araya getirilmesi için çalışan 15 akademisyeniz. Bir kısım arkadaşımız uzakta olduğu için yazılarını yolladı, bir kısmı toplantılara geldi. Onların öykülerini dinledik, üzerine konuştuk. Böyle bir 6 aylık süreç yaşadık.

Kitap projesine başlarken Tempus adlı bir ajans, metnin edebi hale dönüştürülmesinde, yazı diline dönüşüp okuyucuya ulaşmasında, hatta basım aşamasında bize yardımcı oldu. Hatta bunları hiçbir ücret de almadan yaptı. Birkaç yayınevi ile görüşüldü, nihayet bir iki tanesinden olumlu cevap geldi. Yayınevlerinden biri ‘kitabı şimdi basamayız ama bu konuda size maddi destek sağlarız’ dedi. NotaBene yayınları 'biz de basarız' dedi. Böylece iki yayınevi bu kitabı ortak bir şekilde ortaya çıkardı."

'ESKİŞEHİR KATLİAMI BİR SÜRECİN SONUCU'

KHK ile mesleklerinden ihraç edilen akademisyenlerin öyküleri ve Eskişehir’de katledilen akademisyenlerin öyküleri, Türkiye’nin siyasal ve sosyal durumunu en iyi tarif eden iki olay olarak karşımızda duruyor. Belki de bu yüzden Prof. Dr. Kuvvet Lordoğlu, Eskişehir katliamını bir sürecin sonucu olarak değerlendiriyor:

"Bunu söylemeyi çok tercih etmiyorum ama, bizim ihraçlardan çok önce başlayan akademik personelin tasfiyesiyle ilgili bir süreç diye düşünüyorum. O süreç sadece 15 Temmuz’dan sonra başlamadı. Daha önceden de vardı. İhraçlarla iyice su yüzüne çıktı. Bu kadroların daha önceden hükümete yakın insanlar tarafından doldurulması oradaki üniversitedeki aydın, Atatürkçü, sosyal demokrat, sosyalist kimselerin de tasfiye edilmesine yönelik bir süreçti. Bu FETÖ/PDY meselesini bir kişinin sürekli ihbar etmesiyle ortaya çıkan bir gerginlik ortamı sonucunda 4 akademisyenin hayatını kaybetmesine yol açtı. Olay bu yönüyle bakıldığı zaman çok da şaşırmadığımız bir nokta. Ben sadece bir kendini bilmezin, bir magandanın 4 kişiyi öldürdüğü bir olay olarak görmüyorum. Bu bir sürecin sonucu. Böyle durumların teşvik edildiği, özendirildiği bir süreç."

'KORKU GELİP GEÇİCİ BİR DURUMDUR SİNMEYELİM'

Otoriterliğin arttığı bu süreçte Eskişehir’de yaşananların korkunun yükselmesine yardımcı oluyor. Ancak Prof. Dr. Lordoğlu artık korkuyu bir sindirme aracı olarak değil hayata tutunma nedeni olarak görüyor:

"Toplumda baskı ve oteriterlik arttıkça korku da aynı ölçüde artıyor. İnsanlar sinmeye, kendi kabuklarına çekilmeyi tercih ediyorlar. Çünkü o korku onların hayata tutunmasını sağlıyor. Korkunun bir şekilde böyle faydalı bir tarafı da var. Korkuyu hep olumsuz olarak değerlendirmemek lazım. Korkunun bir de bulaşıcı bir tarafı var. Sizin korktuğunuzu gören korkmaya, kendisini ayırmaya ve savrulduğunu hissedip içine kapanmaya başlıyor. Yani ifade etmiyor kendini. Önemli olan bu bence. Toplumun ne kadar üstüne gidilirse o kadar sinmeye başlaması son derece olumsuz bir sürü şeyi çağrıştırıyor. Bence burada durumun biraz daha farkına varıp, bunun bir korku olduğunu ve gelip geçici bir dönem olduğunu söylemeye hepimizin ihtiyacı var. Umudu yeşertmeye ihtiyacı var. Umut ne kadar yeşerirse, ne kadar olumlu bakabilirsek o ölçüde kendimizi daha güçlü hissederiz. Yapılabileceklerin en önemlisi bir arada olmak, dayanışma içinde olmak ve bu dayanışmayı mümkün olduğu kadar genişletebilmek."

'YOKSUNLUK VE UMUTSUZLUĞU YENEBİLİRİZ'

Yoksulluk, yoksullaştırılmak üstesinden gelinebilecek bir durumdur. İnsan bir şekilde paraya sahip olabilir. Hiç bir şey olmasa piyangodan ikramiye çıkar para sahibi olur. Yoksulun umut etme imkanı vardır. Ama yoksunluk ve yoksunlaştırılmak üstesinden gelinebilecek bir durum değildir. Yoksunlaştırılanlar umutlanamazlar. İktidarlar yoksunlaştırmayı bir silah olarak kullandığı zaman insanların sadece geleceklerini çalmaz umutlarını hayal kurma haklarını da çalar. 

Prof. Dr. Lordoğlu da KHK ile mesleğinden ihraç edildiğinde ilk aklına gelen buralardan uzaklaşmak olmuş. Ama daha sonra Behiçe Boran'ların, Pertev Naili Boratav’ların da bu yoldan geçtiğini düşünüp, meydanı karşı tarafa bırakmamak için derhal bu umutsuzluk düşünceden uzaklaşmış. 

"Bu noktada o kadar çok haksızlık var ki bu kadar saldırı karşısında ne yapabilirsin diye düşünüyorsun. Yapılabileceklerin başında burada olmak ve burada kalmak geliyor. Burayı terk etmek, buradan uzaklaşmak bir anlamda meydanı karşı tarafa iyice bırakmak anlamına geliyor. Ben de uzaklaşmayı düşündüm bir süre uzaklaşırsam iyi gelecek dedim.

'KİTABIMIZ DA BİZİM GİBİ UMUTSUZ DEĞİL'

Ben en çok bu noktada genç arkadaşların umutsuzluğa kapıldığını görüyorum ve hissediyorum. Çünkü önlerinde uzun bir hayat var. Daha uzun bir hayat içinde onlar akademik hayatlarından uzak kaldılar. Tekrar geri dönmeleri için o umudu taşımaları lazım.

Üniversitede aykırı söz söylemek hedef haline getiriyor. Bizim uğradığımız haksızlık ve olumsuz koşullar bizden önceki nesillerde de var. Ben KHK ile atıldım ama benim hocalarım da 1402’lik oldu. Onların hocaları da belki de 157’liktiler. Onların da hocaları Behiçe Boran’lardı, Pertev Naili Boratav’lardı.

1960’larda 147 öğretim üyesi atıldı ama o 147 öğretim üyesi atılınca o dönemde 4 üniversitenin rektörü istifa etti. Rektörler öğretim üyelerine sahip çıkınca 1 yıl sonra geri alındılar. 80’de 1402’lik öğretim üyeleri üniversitelerden atıldı. Onların da üniversiteye dönüşleri 10 seneyi buldu.

Sonuçta normal bir düzene dönüp normal bir düzen içinde olmayı umut etmek beklentiyi sağlıklı tutabilmek için gerekli. Kitabımız da böyle. Umutsuz değil. En azından benim yazım için söyleyeyim, ben umutsuz olamadığımı açıkca yazdım kitapta."

Öne Çıkanlar