CHP’liler, kırın zincirlerinizi!

Milletvekili arkadaşına düşüncesini açıkladı ya da parti politikasını eleştirdi diye, 'Seni kapının önüne koyarım' diyen bir lider iktidar olunca bize ne yapmaz?

CHP’nin geçtiğimiz cuma günü yapılan tüzük kurultayına Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun sözleri damga vurdu.  

Bu sözler bana göre Kurultay’da alınan kararlardan daha önemliydi. Buna rağmen kimse bu sözlerle fazla ilgilenmedi.

Biliyorum, o günden bu yana ülkenin gündemi çok değişmiş olsa da ben yine de bu meseleye değinmek istiyorum.

Çünkü bu mesele, aslında bugün yaşadığımız birçok yakıcı meselenin temelini oluşturuyor.

Genel Başkan, "Benden izin almadan konuşan milletvekilini kapının önüne koyarım" diye bir tehdit savurmuştu.

Düşünün, bu konuşmanın yapıldığı toplantının amacı, "parti tüzüğünü daha da demokratik hale getirmek" olarak ilan edilmişti.

Demokrasinin arandığı toplantıda genel başkanın yaptığı konuşmaya bakın.

Tipik OHAL rejimi parti başkanı tavrı…

İşi konuşmak, politika yapmak olan milletvekillerine konuşma yasağı getiren anlayışını eleştirmeyi şimdilik bir tarafa bırakalım.

Bir parti liderinin birlikte çalıştığı arkadaşlarına nasıl baktığını, onları nasıl gördüğünü bundan daha iyi anlatacak örnek olamaz.

Bu tavır, tabii kökü çok eskilere dayanan bir devletçi buyurganlık, sahiplik- kulluk anlayışının siyasete, devlet yönetimine bulaşmış halini ifade ediyor. Geleneksel olarak devlete hakim olanın tebaaya da sahip olması, halkı kulu olarak görmesi anlayışının bir başka görüntüsü. 

Günümüzde OHAL sayesinde patronlar işçilerini sorgusuz sualsiz kapının önüne koyabiliyorlar, ama normal şartlarda bu pek mümkün değil. Patron bir işçiyi işten çıkaracaksa da -istisnalar dışında- bunun yolu yöntemi belli.

'KONUŞURSAN SENİ ATARIM' DİYEN BAŞKAN

Burada ise patron falan yok. Parti genel kurulunun oylarıyla seçilmiş bir genel başkan var. O genel başkan, kendisine sormadan kamuoyuna açıklama yapan, herhangi bir konuda düşüncesini beyan eden ya da bir medya kuruluşuna konuşan milletvekili arkadaşını tehdit ediyor.

"Konuşursan seni partiden atarım" diyor.

Sanki o parti onun babasının ya da kendisinin mülkü ve milletvekilleri de o mülkün malları, kulları. Tavır o tavır.

Bir genel başkan partisinde birlikte çalıştığı arkadaşlarına karşı her şeyden önce saygı duymalı. Eleştiri yapacaksa da bunun bir ölçüsü olmalı.

Parti politikası açısından bazı kritik konuların medya önünde konuşulması istenmiyorsa bunu talep etmenin de bir yolu yöntemi var.

"Konuşanı kapının önüne koyarım" ne demek?

Partinin tüzüğü, kuralları milletvekillerinin -antidemokratik olma pahasına- izin almalarını gerektiriyorsa ve üyeler de izin almadan konuşmuşlarsa en fazla yaptırımlar harekete geçirilebilir.

Tabi hukuk devletinde buna karşılık hakkında işlem yapılan üyenin de hakları vardır.

Yoksa liderlik, çalışma arkadaşlarına hakaret etme özgürlüğü getirmez.

Bu efelenme, kendisini birlikte çalıştığı insanların sahibi olarak görme tavrı sadece CHP Genel Başkanı’na özel bir ruh hali değil.

Demokratik anlayıştan, insani değerlerden nasibini almamış, bireyi ve bireyin hak ve özgürlüklerini önemsemeyen diğer parti liderlerinin yaklaşımları da Kılıçdaroğlu’nun tavırlarıyla benzeşiyor.

AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın çevresindeki insanlara nasıl davrandığını onun bir zamanlar yakınında bulunmuş eski çalışma arkadaşları pek de hoş olmayan örneklerle anlatıyor.

Bu ‘Hoş olmayan’ örnekler bir yana, Erdoğan’ın yıllarca birlikte çalıştığı ve haklarındaki bütün iddialara kulaklarını tıkadığı yakın arkadaşlarını, söz gelimi bazı belediye başkanlarını nasıl hırsızlıkla suçlayıp soruşturma açmakla tehdit ederek istifaya zorladığını kamuoyu biliyor.

MHP Genel Başkanı da bu konuda oldukça sabıkalı bir lider. Kendisine karşı genel başkanlığa adaylığını koymak isteyen partili arkadaşlarına nasıl davrandığını geçmiş yıllardaki olaylardan hatırlıyoruz. Kendisini eleştiren, karşı çıkan çalışma arkadaşları hakkında neler söyledikleri ise gazete arşivlerinde duruyor.

Netice olarak bu liderlerin mayaları aynı.

Aynı despotik, bireyi hiçe sayan, bir partinin başına geçince kendisini her şeyin ve herkesin sahibi zanneden bir anlayışın ürünü bunlar.

Bu anlayış, 12 Eylül faşist darbesinin antidemokratik 1982 Anayasası ve o çerçevede çıkarılan Siyasi Partiler Kanunu’nun getirdiği despotik hükümlerle iyice pekiştirilmiş.

BAŞARISIZ OLSA DA BAŞKANLIĞA DEVAM

Bu yasaya göre, bir parti lideri nazari olarak partide her istediğini yapabilir. Hiçbir güç onu genel başkanlıktan indiremez. Tabii son sözü genel kurullar söyler ama, delege sisteminde delegeleri de genel başkanlar seçtikleri ya da seçtirdikleri için bu bir çeşit ‘devridaim motoru’ gibi devam eder.

Söz gelimi Kemal Kılıçdaroğlu, 13 yıldır girdiği bütün seçimleri kaybetmesi bir tarafa, bu seçimlerde başarısız olduğu halde partinin başında kalmaya devam ediyor. En son yapılan genel kurulda yeniden genel başkan seçildi.

Sonra tüzük gereğince, seçilen parti meclisi içinden 18 kişiyi partinin en üst yönetim organı olarak tayin etti. Merkez Yürütme Kurulu’nun tamamını kendisi belirledi.

Tabii tüzük böyle. Ve bu tüzük Deniz Baykal zamanında yapılan, ama Kılıçdaroğlu’nun uygulamaya başladığı antidemokratik bir tüzük. 12 Eylül faşist cuntasının kafasına ve çıkarttığı yasaya da uygun.

Partiye demokrasi getirdiğini söyleyen Kılıçdaroğlu nedense bu tüzüğü değiştirmeye yanaşmıyor.

Kendisinden önceki genel başkan Deniz Baykal da bir kaset skandalı nedeniyle istifa etmek zorunda kalmasaydı muhtemelen ölünceye ya da hastalık nedeniyle zorunlu ayrılma noktasına kadar işbaşında kalmak isteyecekti.

PARTİ İÇİ ELEŞTİRİYE TAHAMMÜLSÜZLÜK

Parti içi iktidara bu kadar sıkı sıkıya yapışmış bir parti liderinin kuşkusuz eleştiriye de farklı düşünceye de tahammülü olmuyor.

Özellikle son dönemde CHP’nin çok kritik olaylarda aldığı yanlış kararları, iktidara destek vermekle sonuçlanan uygulamaları ve devleti kollamak adına iktidar koalisyonu ile aynı çizgiye düşmesi parti içinde eleştirilere neden oldu.

Bir süre susan ya da yaptırımlar ve partiden atılma endişesi ile susmak zorunda kalan milletvekilleri ve bazı partililer sonunda konuşmaya başladılar.

Onlar konuştukça liderin basiretsizliği, beceriksizliği ve aldığı kararlarda hangi devlet odakları ile işbirliğine girdiği gibi konular da açığa çıkmaya başladı.

Hepsinden daha önemlisi de Kılıçdaroğlu’nun devleti kollamak ve liderliğini sürdürebilmek adına attığı yanlış adımların AKP iktidarı ve Erdoğan’ın ekmeğine yağ sürdüğü anlaşılmaya başlandı.

Bu sağlıksız gidişe karşı çıkan ve partiyi iktidara taşıyacak bir değişimi öngören bazı sağduyulu milletvekilleri çeşitli öneriler de açıklayarak seslerini yükseltmeye başladılar.

İşte bu sesler Kılıçdaroğlu’nu demek ki iyice sinirlendirmiş. Bir yandan ifade özgürlüğünü, parti içi demokrasiyi savunur görünürken partisindeki eleştirilere ve farklı seslere tepki göstermesi bundan.

Bu yasakçı ve tehditkar tavrın nedeni biraz da önümüzdeki günlerde partinin cumhurbaşkanı adayının belirleneceği süreç olmasın.

Belki de amaç, şimdiden eleştirilerin önünü kesmek

Peki bu baskıcı, yasakçı tavır bir işe yarar mı?

Yaramaz. Baskıların, yasakçılığın eleştiriyi, farklı düşünceleri engellediği hiç görülmedi.

Nitekim dün, genel kurul öncesi bir değişim deklarasyonu yayınlayan milletvekillerinden biri olan İzmir Milletvekili Selin Sayek Böke, bir açıklama yaparak ‘Meclisi boykot’ önerisinde bulundu.

AKP ve MHP’lilerin oylarıyla geçirilen seçim ittifak yasasının kabulüne ilişkin twitter'dan görüş açıklayan Böke, "Dün gece adil ve güvenli seçim yok edildi. Ya izleyeceğiz ya da gerçek bir seçimin asgari koşulları sağlanana dek boykot ve/veya çekilme seçeneklerini ele alacağız. Karar hepimizin!" dedi.

Evet, AKP-MHP-Devlet Koalisyonu bu yasayla seçimin sonucunu şimdiden ilan etmiş oldu.

Bu durumda CHP’lilerin susması değil konuşmasının tam zamanıdır.

Öyleyse, kırın zincirlerinizi CHP’liler, liderinizin yasakçılığını ve pısırıklığını itin bir tarafa.

Bu doludizgin faşizan gidişe karşı ‘Dur’ diyecek olanlarla biraraya gelin.  

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi