Paris göğü altında Erim'den Tayyip'e…

Erdoğan ile Macron insan hakları konusunda laf cambazlıkları yaparken ekranda Süleyman ile François'i, Erim'le Pompidou'yu görür gibi oldum.

Yeni yıla girerken uzun zamandır ihmal ettiğim bir görevi, sürgünde 46 yıldır gerçekleştirdiğimiz direniş yayınlarının pdf'lerini çıkartıp sosyal medyada paylaşmayı yerine getirme çabasına gömülmüştüm… Bu nedenle de normal olarak perşembe gününe yetiştirmem gereken Artı Gerçek yazısını da bir hafta geciktirmeyi kararlaştırmıştım.

Internet'te Türkiye aktüalitesiyle ilgili haber ve yorumları hızla gözden geçirirken Celal Başlangıç'ın Artı Gerçek'te "2018'de basın özgürlüğü 2017'den de beter olacak" başlıklı yazısı beni kendime getirdi.

"Görünen o ki, AKP iktidarı, basın özgürlüğü açısından, Türkiye insanlarının haber alma ve gerçekleri öğrenme hakkı açısından 2018’de Türkiye’yi 2017’den daha beter bir hale getirmeye kararlı. Çünkü halkın gerçekleri öğrenmesini istemiyorlar. Soygunları, hırsızlıkları, sömürüleri, vurgunları, cinayetleri gizli kalsın istiyorlar" diyordu.

Hemen ardından bu öngörüyü doğrularcasına Artı Gerçek ana sayfasına bir haber düştü… Yazar arkadaşlarımızdan Fadıl Öztürk sabah eve gelen Terörle Mücadele Şubesi polisleri tarafından Artı Gerçek'e yazdığı yazılarla terörizm yaptığı gerekçesiyle gözaltına alınmıştı. Olayın tanığı değerli halk sanatçısı Ferhat Tunç sosyal medyada "Fadıl 12 Eylül zindanlarında gençliğini bırakmış bir Dersimli şair, ona dokunmayın" diye isyan ediyordu.

Evet, Celal'in dediği gibi 2018 şimdiden daha beter olmaya başlamıştı.

Türk basını 1831'de Takvim-i Vekayi ile başlayan nerdeyse iki asırlık çileli tarihinde Osmanlı'dan tutun Ittihat Terakki, Kemalizm, Demokrat Parti, askeri darbeler  ve de bugünkü Türk-İslam despotizmi dönemine kadar, tüm iktidarların boy hedefi olageldi.

Haber ve yorumu kitlelere ulaştırabilmenin tek olanağı birkaç hurufat kasasıyla ilkel bir düz baskı makinesi, ardından lynotype'ler ve intertype'lerle beslenen dev rotatifler, daha da ötesinde tahta tabanlı metal klişeleri çöpe atan ofset ya da tifdruk baskılar…

Medyada bizim 50'ler kuşağı tüm bu teknik aşamaları yaşayarak bugünlere geldi. Görüşler, düşünceler, eleştiriler hedef kitleye ancak bu saydığım üretim araçlarına sahip olanların gazetelerinde ulaştırılabilirdi. Bu olanaklara sahip değilseniz, gazetenizi ya da derginizi bu araçlara sahip olanların matbaalarında parası karşılığında dizdirip bastırabilirdiniz… 

Hükümetleri ya da büyük sermaye çevrelerini rahatsız edici hale geldiğinizde, parasını ödeseniz de, o matbaaların kapısı yüzünüze kapanırdı. Akşam'da ve Ant'ta bunu da yaşadık. Hele hele askeri darbe dönemlerinde birkaç satırlık sıkıyönetim bildirisi gazete veya dergiyi susturmaya, yazar ve sorumlularını da mahpus damına göndermeye yeterliydi.

Şimdilerde bu üretim araçları üzerinden baskı ve susturma ülke tarihinin hiçbir döneminde yaşanmamış boyutlarda…

Çakma 15 Temmuz darbe girişimi bahane edilerek kurulan OHAL diktası döneminde basının nasıl bir engizisyon zulmü altında olduğu dün Erdoğan'ın Paris ziyaretini protesto eden Sınırsız Gazeteciler Örgütü (RSF) tarafından rakamlarla açıklandı. Basın özgürlüğüne saygı konusunda uluslararası ortalamada 180 üzerinden Türkiye 155. sırayla kazanın diplerinde yeralıyor. Kapılarına mühür vurulan ve varlıklarına elkonulan medya kuruluşlarının sayısı 200'ü bulurken, 26'sı imtiyaz sahibi ve yazı işleri müdürü olmak üzere 206 gazeteci yeni yıla Tayyip'in zındanlarında girdi.

Tayyip bu konuda o denli pişkin ve yüzsüz ki, Paris'te Macron'la birlikte yaptıkları basın toplantısı sırasında tutuklu ve mahkum gazetecileri "terörün ve teröristlerin bahçıvanları" olarak nitelerken Suriye'ye gönderttiği silahlar konusunda soru soran bir Fransız gazeteciyi "FETÖ ağzıyla konuşuyorsun" diye suçlamaya kalkıştı.

Dahası, bir bayan gazetecinin halen hapiste bulunan insan hakları savunucusu işadamı Osman Kavala ilgili bir sorusuna yanıt verirken de kinini kusmaktan kendini alamadı. "Burada Osman Kavala'nın avukatları var, iyi… İstanbul'daki Gezi olaylarının geri planındaki aktörlerinden biri olduğunu hanımefendiye hatırlatayım" yanıtını verdi.

Neyse ki günümüzün medya teknolojisi, haberleşme ve iletişim olanakları artık hükümetlerin ve büyük sermaye gruplarının mülkiyetindeki matbaalarla, televizyonlarla, dağıtım şirketleriyle sınırlı değil.

Tayyip'in bu yeni "one minute" performansı da sosyal medyaya anında yansıyor, hakettiği tepkileri de alıyor.

Artık internet sayesinde facebook ve twitter gibi sosyal medya ile, smartphone'lar ve tablet'lerle dünyanın ve de Türkiye'nin neresinde ne olursa olsun, kim ne derse desin, herkes bunun haberine ve de bu konudaki yorumlara anında ulaşmakta.

Bu gazetecilikte çağımızın devrimidir… Bu devrimi iyi değerlendiren Celal Başlangıç, bir yandan "2018'de basın özgürlüğü 2017'den de beter olacak" derken hemen ardından yazısını mesleğimizin misyonuna ve onuruna layık bir meydan okumayla bitirmekte:

"Ancak bu oyunu bozmak mümkün. Her ev, her iş yeri bir gazete bürosu, bir televizyon stüdyosu, bir haber sitesi merkezi olmalı. Her printerdan matbaa makinesi, her cep telefonundan televizyon kamerası, her bilgisayardan haber sitesi yapmak mecburiyeti var. Herkes mutlaka apartmanında, sokağında, çarşısında, pazarında, mahallesinde, köyünde, kasabasında, kentinde, işyerinde ne olup bittiğini duyuran iyi bir 'haberci' olmalı. Gerçeği ve doğruyu savunanlar bir gün mutlaka kazanırlar. Ne kadar gizlenmek istenirlerse istensinler gerçeklerin eninde sonunda bir gün ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır."

Evet bu uyanış ve direniştir ki dün Paris'te Fransa Cumhurbaşkanı Macron'u, basın özgürlüğü ve insan hakları konusundaki farklılıklarını televizyon kameraları önünde Erdoğan'ın yüzüne karşı söyleme, üstelik bu farklılıklar nedeniyle Türkiye'nin artık Avrupa Birliği'ne üye olmayı unutup "ortaklık"la yetinmesi gerektiğini vurgulama noktasına getirmişti.

Buraya kadar iyi hoş da, kapalı kapılar ardında imzalanan yağlı ballı anlaşmalara ne demeli?

Herşeyden önce gazetecilerin huzurunda iki tarafın bakanları tarafından İtalya'nın da dahil olacağı uzun menzilli bölge hava ve füze savunma sisteminin imzalanması...

Ardından "Türk EXIMBANK ve Bpifrance Assurance Export arasında karşılıklı reasürans anlaşması" ve de "Türk Hava Yolları ile Airbus S.A.S arasında Mutabakat Zaptı"…

Televizyon ekranında bu imza törenini izlerken birden sürgünümüzün 46 yıl önceki Paris günlerine gittim.

Demokratik Direniş Hareketi'ni örgütlediğimiz günlerdi... 12 Mart darbesinin birinci yıldönümü yaklaşırken Fransız kamuoyunu Türkiye'deki baskılar konusunda bilgilendirmeye çalıştığımız günlerdi. Birden faşist generallerin kuklası başbakan Nihat Erim'in Paris'i ziyaret ederek devlet ricaliyle görüşeceği açıklandı.

O günlerde sadece Türkiye değil, Yunanistan, İspanya ve Portekiz de faşist diktatörlüklerin pençesindeydi... Faşist bir başbakanın Paris'e gelmesine demokratik kamuoyu haklı olarak son derece tepkiliydi... Ne ki bu tepkiler Cumhurbaşkanı Pompidou'nun da, Başbakan Jacques Chaban-Delmas'ın da pek umurunda değildi, onlar için diktatörlük de olsa her ülkeyle ekonomik, ticari ve askeri ilişkileri pekiştirmek önemliydi.

Üstelik Fransız otomobil sanayiinin başını çeken Renault üç sene önce, 1969'da darbeci generallerin OYAK'ı ile ortaklık kurarak Bursa'da imalata başlamıştı. Şimdi aynı generallerin kuklası Erim Hükümeti'yle yeni ortaklıklar tezgahlama zamanıydı.

Türkiye'deki rejime karşı kapısını çaldığımız gazetelerden biri Fransa’da sık sık skandallar açıklayarak hükümetlerin sarsılmasına yolaçan ünlü mizah gazetesi Canard Enchainé idi… Mücadeleci gazeteciliğin en seçkin simalarından biri olan Claude Angeli gazetenin yönetimini yeni üstlenmişti.

Konuşmamızda, devlet terörü üzerine anlattıklarımızı dikkatle dinledikten sonra, birden sormuştu:

- Beni ilgilendiren bir başka önemli konu daha var… Türkiye’de askerlerin ülke ekonomisi üzerindeki egemenlikleri, Fransa’nın Türkiye’yle silahlanma konusundaki ilişkileri.

- Nihayet! diye yanıtlamıştım. Biz yıllardır Türkiye’de bu konuda mücadele verdik, askerlerin tehditleri yüzünden de sürgüne mecbur olduk.

Türkiye’de militarizm ve silahlanma konusunda verdiğim ayrıntılı bilgileri Canard Enchainé iyi değerlendirdi.

Ama Erim Paris ziyaretinde Fransız hükümetinin eleştirilerine muhatap olmak şöyle dursun, iki taraf için de iştah kabartıcı konularda ön görüşmeler yapacaktı. Örneğin Ankara'ya metro, Boğaz'a asma köprü, TRT'ye yeni ekipman alınması… Askeri planda da Fransa Türkiye'ye ünlü Exocet'lerle donanmış dört savaş teknesi satma sözü verecek ve generallerin kuklası Erim Ankara'ya diplomatik zafer kazanmış olarak dönüp efendilerinden "aferin" alacaktı.

İleriki yıllarda da Fransız hükümetleri, medyanın ve sivil toplum örgütlerinin gösterdiği titizliğe karşın, Türkiye'de insan haklarının çiğnenmesi konusunda hiçbir zaman duyarlı olmadılar, en kötü koşullarda dahi Ankara ile ekonomik, ticari ve askeri ilişkileri geliştirmeyi hep ön planda tuttular.

Sosyalist Mitterand'ın cumhurbaşkanı olduğu yıllarda da pek değişiklik olmadı.

Fransa’nın A2 Televizyon Kanalı 3 Ocak 1985 tarihli Résistances Programı’nda "Çizmeler altında Türkiye" adlı bir röportaj filmi yayınlayacaktı. Program’ın röportajı izleyen tartışma bölümünde ise bir Kürt ve bir Türk konuşturmak istiyorlardı. Kürt olarak yenilerde kurulmuş olan Paris Kürt Enstitüsü‘nün yöneticisi Nezan Kendal konuşacaktı. Ne var ki, Fransa’dan bu programda konuşmayı göze alacak bir Türk bulamamışlardı.

Programın yapımcısı Bernard Langlois bana telefon etti, İnfo-Türk yayınlarını takdirle izlediğini belirttikten sonra:

- Böyle kritik bir programa katılır mısın? diye sordu.

Zaten Yılmaz Güney’in ölümünden ve Türkiye’de dilekçe veren aydınlara yapılan baskılardan ötürü yeterince öfkeli olduğum için, katılmayı görev sayacağımı söyleyerek Paris’te randevulaştım.

Programda azınlıklara yapılan baskılarla ilgili belgeselin gösterilmesinin ardından görüşüm sorulduğunda, Nazım Hikmet’in Moskova’da, Yılmaz Güney’in Paris’te ülkelerinden uzakta ölmüş olmalarının Türk Devleti için ne denli utanç verici olduğunu vurguladım, ardından da Türkiye’de Kürtlere, Ermenilere, Asuri-Keldani’lere ve demokrat düşünceli Türklere yapılan yeni baskılarla ilgili bilgi verdim, Avrupa’yı bu baskılar karşısında sesini yükseltmeye çağırdım.

Programın yayınlanmasınden hemen sonra Türk medyasının intikam saldırısı gecikmedi. Ertesi gün Hürriyet Gazetesi benim Fransız televizyonunda Türkiye düşmanı konuşmalar yaptığımı söyleyerek yeni kışkırtmalarda bulundu. Brüksel’e döndüğümde de Türk milliyetçilerinden tehdit telefonları yağmağa başladı.

Ama asıl darbe bir süre sonra sosyalist yönetim altındaki Fransa'dan geldi.

Türkiye-AET Karma Parrlamento Komisyonu 12 Eylül darbesinden sekiz yıl sonra 17 Ocak 1989’da Strasburg’ta yeniden toplanacaktı.

Bu toplantıyı izlemek ve Avrupalı parlamenterleri insan hakları ihlalleri konusunda yeni belgeler sunarak uyarmak amacıyla Strasburg’a gitmek için Brüksel’deki Fransız Başkonsolosluğu’na başvurarak vize talebinde bulundum. Belçika’nın resmi basın kartına sahip bulunduğum, ayrıca Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Komisyonu’nca akredite edilmiş gazeteci olduğum için, Strasburg’ta Avrupa Parlamentosu’nun yapacağı bir toplantıyı izlememden daha doğal bir şey olamazdı.

Günlerce beklediğim, defalarca telefon ettiğim, hattâ Konsolosluğa bizzat gittiğim halde, vize talebime olumlu yanıt verilmiyordu.

Strasburg’taki toplantının başlamasından bir gün önce müracaatıma yanıt verildi. Fransa’ya girmemde sakınca görüldüğü için bundan böyle bana vize verilemeyecekti.

Niçin sakınca görülmüştü?

Fransa’daki Türkiyeli dostlarımla temas kurdum. Hepsinin kanısı, birkaç yıl önce Fransız televizyonunda Türkiye’de azınlıklara yapılan baskılarla ilgili bir programa katılarak konuştuğum için Ankara rejiminin talebi üzerine kara listeye alınmış olduğum şeklindeydi.

Belki de ta 1971 darbesinden bu yana Türkiye’de insan hakları ihlalleri konusunda Avrupa Konseyi’nde yürüttüğüm çalışmalar da bu red kararında rol oynuyordu.

Macron için de bence değişen fazla bir şey yok… Evet hapisteki gazetecilerden bahsetmesine bahsetti ama, televizyondaki ortak basın toplantısının daha başlarında Türk Devleti'yle ne derece uyum içinde olduklarına örnekler verirken şöyle diyordu: "Görüştüğümüz meselelerden birincisi terörle mücadele… PKK ile mücadele ediyoruz. PKK bizim için terör örgütüdür."

Ve Fransa Cumhurbaşkanı bu sözleri bundan tam beş yıl önce PKK'nın üç kadın yöneticisinin Paris'in göbeğinde Türk Devleti'nin tetikçileri tarafından katledilişinin yıldönümüne dört gün kala söylüyordu.

Şaşırmadım da…

Herhalde koşullar ne olursa olsun Türk-Fransız ilişkilerinin iktidarlar düzeyinde hep iyi gitmesi daha 16. Yüzyıl'da Sultan Süleyman'ın güç durumdaki Fransa Kralı 1. François I'e destek vermiş olmasından kaynaklanıyor.

Dün televizyon ekranında Erdoğan ile Macron'u insan hakları konusunda laf cambazlıkları yapıp sarsılmaz Türk-Fransız dostluğundan bahsederlerken görünce sadece bizim sürgün günlerinde tanık olduklarım kafamdan geçip durmadı, karşımda birdenbire ünlü ressam Titian'ın tablosundaki Süleyman'la François I'i görür gibi oldum.

Dostlukları daim olsun!

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi